14.
YÜZYILDAN 19. YÜZYILA KADAR DİNİ – TASAVVUFİ TÜRK ŞİİRİ
Türk şiiri farklı dönemlerde
çeşitli faktörlerden etkilenmiştir. Özellikle din faktörü şiirimizi etkileyen
en önemli unsurlardan biridir. Kabul edilen dinin membaından gerek dilimiz
gerekse kültürümüz etkilenmiştir. Gerek o membaın dilinden kelimeler alınmış
gerekse kültürel unsurlar benimsenmiştir.
10. yüzyıldan sonra da
İslamiyet’in etkisi hissedilir derecede ortaya çıkmıştır. Fuad Köprülü’nün açıklaması
bu etkiyi son derece güzel açıklar ve tasavvufun edebiyatımız için önemini
belirtir:
“ Türk ulusu 10. Yüzyılın ikinci
yarısından sonra kitleler halinde İslamlığı benimsemiş, Türk toplumu köklü bir
değişimin atmosferine girmiştir. Türk köylerinde İslamlık öncesi edebiyatımızın
gelenekleri, sözlü edebiyatımızın kökenleri, eski ozanlarımızın etkileri devam
ederken; Türk kentleri hızla Arap-İran edebiyatı kültürünün yarattığı divan
edebiyatı alanına kaymıştır. Her iki edebiyatın birleşip kaynaşmasında din,
özellikle de tasavvuf büyük bir etken olmuş, tasavvuf edebiyatımızın yüzyıllar
boyu süren macerası başlamıştır.”
Peki nedir tasavvuf? Neden ortaya
çıkmıştır? Bir çok âlim, araştırmacı,
akademisyen v.s. çeşitli tanımlarda bulunmuşlardır. Prof. Dr. Selçuk Eraydın’ a
göre tasavvuf “ insanın lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilip, hâlen
yaşamasıdır.”
Ünlü mutasavvıf Cüneyd-i Bağdâdî ise tasavvufu “ tasavvuf ihtiyarı terk
etmektir” ; “ tasavvuf Hakk’ın seni senden öldürmesi kendisiyle ihyasıdır” der.
Ruveym ise “ tasavvuf Allah’ın murâd ettiğine teveccüh etmek ve O’nun iradesine
teslim olmaktır” der.
Tasavvufun neden ortaya çıktığı ile
ilgili Selçuk Eraydın’ın yorumu ilginçtir. Tasavvufun ortaya çıkışını yaşanan
İslâmî hayatın, zaman geçtikçe eski gücünü kaybetmesine, zühdî hayatın
zayıflamasına bağlar. Oysa
tasavvuf arınmanın temsilidir. Kaynak olarak da Hz. Peygamber’in Hira
mağarasında inzivaya çekilmesi herkesçe makbuldür. Binaenaleyh Beyâzid-i
Bestâmi, Celâleddin-i Rûmî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi mutasavvıfların yaşadıkları
dönemlerde de İslamiyet’in ilk dönemlerindeki o hassasiyetin olduğunu görürüz.
Böylece tasavvufun ortaya çıkışını İslami hayatın, zayıflamasına değil de kişinin kendisini Allah’a adamak
istemesine bağlamak daha doğru olur. Zira tasavvufun en önemli özelliklerinden
biri de insanın içerisinde kıvılcım çıkarmasıdır. İçerisinde ilahî aşk taşıyan
veya böyle bir potansiyele sahip insanlar çevrelerini dinlemezler. Masivaullahı
terk ederler. Bu da sosyal hayatla ilgili değildir.
Anadolu’nun fethiyle beraber Anadolu’da
siyasi ve içtimai hayat sağlam bir zemine oturmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti,
bölgeyi Türkler için cazip bir yer haline
getirmiş, o bölgenin kültür coğrafyası olmasını sağlamıştır. Anadolu yurt
edinince Orta Asya’ dan da Türk
kafileleri bu bölgeye göç etmişlerdir. Göç eden bu kafileler arasında da birçok
mutasavvıf vardır. Bu mutasavvıflar, Anadolu coğrafyasındaki tasavvufun ve
tasavvuf edebiyatının oluşumunda önemli birer rol oynamışlardır.
Türk Tasavvuf
edebiyatı, 12. yüzyılda Hoca Ahmed Yesevî ile Türkistan coğrafyasında başlamış,
Anadolu’nun fethiyle de Anadolu’ya yayılmıştır. 14. yüzyıla kadar birçok
mutasavvıf şair yetişmiştir ancak bunlar arasında en tanınmışı ve en başarılısı
Yûnus Emre’dir. Ahmed Yesevî’ nin Türkistan’da söylediği hikmetlere karşılık Yûnus
da Anadolu’da ilahi söylemiştir. Yesevî’nin hikmetleri gibi Yûnus’un da
ilahileri tekkelerde bestelenmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır.
14. yüzyıl ile 19. yüzyıl arası Türk
Tasavvuf şiirine geçmeden önce Türk Tasavvuf şiirinin dili ve şekil
özelliklerini, Divan ve Halk edebiyatları ile ilişkilerini incelemekte fayda
vardır. Mutasavvıf şairler, Türk milli lisânını kullanarak geniş bir kitleye
hitap etmişlerdir. Çünkü yazılan şiirler lirizmden uzaktır ve tamamıyla
öğretici bir vasıf taşımaktadır. Şeriatın ahkâmını duyurmayı kendilerine bir
görev sayarlar. Yunus Emre’nin aşağıdaki örneğinde olduğu gibi:
“Sana derim ey velî dur erte namazına
Eğer değil isen ölü dur erte namazına”
Tamamen öğretici eser vermeyi kendisine
görev bilen Yunus Emre’nin bu tutumu, onun fazlaca okunmasını sağlamış,
tasavvuf şiirine olan ilginin artmasını sağlamıştır. Anadolu sahasında 13.
yüzyılın ortalarından 14. yüzyılın başlarına kadar birçok eser veren Yunus
Emre, kendisinden sonra gelen şairler için de örnek teşkil etmiştir. Bu şairler
başlangıçta Arap ve Fars edebiyatlarının etkisinde kalsalar da Âşık Paşa,
Kaygusuz Abdal gibi isimler, Yunus Emre tarzını, milli zevki koruyarak
sürdürmüşlerdir.
Türk Tasavvuf şiirinin şekil özelliklerine, Divan ve Halk
edebiyatlarıyla olan ilişkisine değinelim biraz da. Prof. Dr. Abdurrahman
Güzel, “Tekke şiiri, halkın, anlayabileceği bir dille, başlangıçta milli vezin
ve yaşayan Türkçe ile meydana getirilen edebî mahsullerdir” der.
Bu mahsüller Divan ve Halk şiiri geleneğinden beslenmiş, iki alanla da yakından
bağı olmuş eserlerdir. Hal böyle olunca da yazılan şiirler de aruz ve hece
ölçüleri kullanılarak yazılmıştır. Ancak mutasavvıf şairler, Divan şiiri
bilgisine sahip olsalar da zaman zaman hece ölçüsünü kullanmışlardır. Bunun
sebebi ise yukarıda belirtildiği gibi öğretici, halkın anlayabileceği türde
şiirler yazılmasıdır.
Hem Türk hem de Arap-Fars şekillerini kullanıp, bu iki kültürü
birleştirerek şiirler yazan şairler de vardır. Bazen Halk şiiri şekliyle divan
şiiri veznini, bazen de Divan şiiri şekliyle de Halk şiirleri yazılmıştır:
“Mefâîlün mefâîlün faûlün
Girüben ‘ışk denizin boylayanlar
Ma’âni izleyip soy soylayanlar”
örneğinde olduğu gibi.
Kâfiye konusuna değinecek olursak;
Türk Tasavvuf Şiirinde belirli bir kısıtlama yoktur. Zengin, tam, yarım
kâfiyelere sıklıkla rastlanır. Kâfiyeye oldukça önem veren Tasavvuf şairleri,
bazen benzer sesleri bile kâfiye olarak kullanırlar. Göz kâfiyesine aykırı
sesleri bile kullanmaktan çekinmezler. “kaf-kef, kaf-gayın, te-dal” gibi
harfleri ayırt etmeksizin kafiye olarak kullanmışlardır:
“Şâhâ zülfün
boynuma dolaştugı
Fâş iduben gizlü râzım açdugı”
Türk Tasavvuf şiirinde nazım şekil ve
türleri oldukça fazladır. Mutasavvıf şairler hem Divan edebiyatının hem de Halk
edebiyatının nazım şekillerini kullanmışlardır. Divan edebiyatına ait şekilleri
şöyle sıralayabiliriz: Kaside, gazel, mesnevi, musammat, kıt’a, tuyuğ ve müstezad.
Halk edebiyatına ait şekiller ise koşma ve manidir.
Türk Tasavvuf şiirinde nazım türleri
konularına göre dört ana başlıkta toplanır:
A. Allah
Hakkında Yazılan Türler : Tevhid, ihlâsnâme, ilâhi, vahdet-nâme, esma-i Hüsna,
münacat, elif-name
B. Peygamberler
Hakkında Yazılan Türler : Nâ’t, gevher-nâme, dolab-nâme, esma-ı nebi, siretü’n
nebi, mu’cizât-ı nebi, hicret-nâme, mevlid, mirac-nâme, hilye, kırk hadis ve
şefaat-name.
C. Din
ve Tasavvuf Yolunun Büyükleri Hakkında Yazılan
Türler: Menakıb-name ,velayet-nâme, evliya-nâme, mehdiye, mersiye,
maktel-i Hüseyin, düvaz-nâme.
D. Dini
ve Tasavvufi Düşüncelerle İlgili Yazılan
Türler : Vücud-nâme, ayet-nâme, nasihat-nâme, ibret-nâme, fazilet-nâme,
fütüvvet-nâme, gazavat-nâme, mansur-name, tenbih-nâme, besmele-nâme,
salat-nâme, minber-nâme, oruç-nâme, ramazan-nâme, hac-nâme, kâbe-nâme,
istihrac-nâme, istimdad-nâme, tac-nâme, nevruz-nâme, tahassür-nâme, fetva-nâme,
tarikat-nâme, telkin-nâme, erkan-nâme, nutuk, hikmet, devriye , şathiye,
vasiyet-nâme ,vakfiye-nâme, kıyamet-nâme ve mahşer-nâme.
Türk
Tasavvuf edebiyatını üç döneme ayırabiliriz. Birinci dönem “ hazırlık ve
oluşum” dediğimiz 10. ve 11.
yüzyıllardır ki, tasavvuf şiirlerinin ilk örnekleri Türkistan yöresinde
verilmiştir. Türklerin eski dini öğretilerini de barındıran geleneksel Türk
şiiridir. İkinci dönem ise 13 ve 15. yüzyıllar arasıdır ki bu döneme de
“gelişme ve yayılma” adını verebiliriz. Bu dönemde Yusun Emre, Mevlana, Hacı
Bektaş-ı Veli, Kaygusuz Abdal, Gülşehri, Aşık Paşa ve daha bir çok mutasavvıf
şair yetişmiştir. Özellikle Yunus Emre tarzı oluşmuş ve diğer şairler
tarafından da benimsenmiştir. Üçüncü dönem ise 16 ve 17. yüzyıllardan sonra
nitelikli edebi eserlerin azalması, düşünce ve üslup bakımından daha önceki
eserlerden ileriye gidilememesi sebebiyle oluşan döneme de “duraklama ve dönüşüm”
adını verebiliriz.
Tasavvufun
tanımından, Türk tasavvuf şiirinin tarihi gelişiminden, şekil özelliklerinden,
şekil ve türlerinden bahsettiğimize göre asıl konumuz olan 14. ve 19. yüzyıllar
arası Türk tasavvuf şiirini ele alabiliriz.
14.
yüzyıl Türk tasavvuf şiiri, dünya tarihine yön veren Osmanlı Devleti’nin
kurulduğu döneme denk gelir. Devletin resmi dilinin Türkçe olması ve bu dilde
yazılmış büyük bir edebiyatın doğması Osmanlı Devleti zamanında mümkün olmuş,
Batı Türkçesi, Anadolu’da edebiyat dili haline gelmiştir. Selçuklu Devleti’nin
çöküşünden sonra ortaya beylikler, Türkçeye çok önem vermiş ve birçok eser
ortaya koymuşlardır. Bu eserler; Kısas-ı Enbiya Tercümesi, Cevâhirü’l Esdâf
gibi daha çok dini eserlerdir. Özellikle şairlerin isteyerek Türkçe eserler
vermesi, Anadolu ‘da Milli Edebiyat çağının açılmasını sağlamıştır.
14. yüzyılda, bir yandan tekkeler görevlerini
devam ettiriyorlardı bir yandan da yeni tarikatlar kuruluyordu. Yoğunlaşan bu
fikri ve zühdi hareketlenmeler, tasavvuf şiirinin gelişmesini ve yeni
temsilcilerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Âşık Paşa, Gülşehrî, Abdal Musa,
Kaygusuz Abdal, Kadı Dariri bunlardan bazılarıdır.
Gülşehrî,
Âşık Paşa, Kaygusuz Abdal bu asrın en önemli mutasavvıf şairlerindendir.
Gülşehri’nin hayatı ile ilgili pek bilgi olmamakla beraber Kırşehirli olduğu
ve 13. yüzyılın sonlarıyla 14. yüzyılın
başlarında yaşadığı ve Yunus Emre’den hemen sonra geldiği bilinmektedir.
Felek-nâme, Risale-Aruz ve Feridüddin Attar’ın Mantıkü’t-Tayr adlı eseri
genişleterek yazdığı eserleri vardır. Nazım tekniğine hakimdir, dili ve aruzu
iyi kullanır.
Bu
yüzyılın şöhret kazanmış bir diğer mutasavvıf şairi de Âşık Paşa’dır. Asıl adı
Ali olan Âşık Paşa’nın ailesi Horasan göçmenidir. Şöhretli bir aileden gelir.
Dedesi tanınmış şeyhlerden olan Baba İlyas’tır. Babası ise Konya’ da bir müddet
hükümdarlık yapmış Baba Muhlis’tir(Muhlis Paşa). Ailesinin verdiği rahatlıkla
iyi bir eğitim almıştır. Daha sonra Kırşehir’e yerleşmiş ve orada bir zaviye
kurmuştur. Eserleri sâde bir dille
yazılmıştır ve Türkçe’ye sahip çıkmıştır. En büyük eseri “ fâilâtün fâilâtün
fâilün” kalıbıyla yazdığı Garib-nâme’dir.
Dini-tasavvufi olan bu eser 12 bin beyittir ve 10 bâbdan oluşur. Öğretici bir
eser olan Garib-nâme’nin sanat değeri yüksek değildir. Çünkü Âşık Paşa
şairliğinden çok şeyhliğiyle tanınır. Diğer eserleri ise şunlardır: Fakr-nâme, Vasf-ı
Hal ve Kimya Risalesi, ayrıca hece ve aruzla yazılmış 70 kadar şiiri de vardır.
14.
yüzyılın en tanınmış ve en güçlü şairi ise Kaygusuz Abdal’dır. Kaygusuz Abdal,
en az Yunus Emre kadar güçlü olan Kaygusuz, eser ve şiirlerinin miktarı
adedince de Yunus Emre’den daha fazla eseri vardır. 15. yüzyılın 1. Yarısına
kadar uzun bir ömür sürmüştür.(d.1341’den sonra- ö.1444) Babası Teke ili,
Alâiye sancağı beyi Hüsameddin Mahmud’dur. Asıl adı Alaaddin Gaybî’dir ancak
Kaygusuz Abdal mahlasıyla ün salmıştır. Bektaşi geleneğine mensup olan
Kaygusuz, bu geleneğin en güçlü temsilcilerinden biridir.
Tasavvuf öğrenimini Elmalı’da bulunan Abdal
Musa’nın yanında tamamladı. Uzun müddet onun terbiyesinde yetişmiştir. Tasavvuf
öğrenimini tamamladıktan sonra, Mısır, Hicaz, Suriye ve Irak gibi yerleri
dolaşmış, en sonunda da Anadolu’ya dönmüştür. Mezarının Elmalı’nın Tekke
köyündeki Abdal Musa türbesinde olduğu tahmin ediliyor
Kaygusuz
Abdal’ın eserleri manzum,mensur ve manzum-mensur karışıktır. Bunlar:
a. Manzum
Eserleri: Divan, Gülistan, Mesnevi-i Baba Kaygusuz(1-2-3), Gevher-nâme, Minber-
nâme.
b. Mensur
Eserleri: Budala-nâme, Kitab-ı Miglate, Vücud-nâme, Risale-i Kaygusuz
Abdal(Tercüme)
c. Manzum-Mensur
Eserleri: Saray-nâme, Dil-gûşa
Bu
makalede genel bir değerlendirme yaptığımız için eserlere değinmeden şiir
örneği vererek geçeceğiz. Kaygusuz’un toplumsal sorunlar üzerine dikkat
çektiği, toplumsal ve dinsel şartların tabu olarak milletin kafasına
yerleştiğini anlatan, Yar. Doç. Mustafa Tatcı’nın şerh ettiği şu şiiri oldukça
önemlidir:
Bir kaz aldım ben karıdan
Boynu da uzun borudan
Kırk abdal kanın kurudan
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Sekizimiz odun çeker
Dokuzumuz ateş yakar
Kaz kaldırmış başın bakar
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kaza verdik birkaç akça
Eti kemiğinden pekçe
Ne kazan kaldı ne kepçe
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kaz değilmiş be bu azmış
Kırk yıl kaf dağını gezmiş
Kanadın kuyruğun düzmüş
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kazı koyduk bir ocağa
Uçtu gitti bir bucağa
Bu ne haldir hacı aga
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kazımın kanadı selki
Dişi koyun emmiş tilki
Nuh Nebi'den kalmış belki
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kazımın kanadı sarı
Kemiği etinden iri
Sağlık ile satma karı
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kazımın kanadı ala
Var yürü git güle güle
Başımıza kalma bela
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Suyuna biz saldık bulgur
Bulgur Allah deyü kalgır
Be yarenler bu ne haldir
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kaygusuz Abdal n'idelim
Ahd ile vefa güdelim
Kaldırıp postu gidelim
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Mustafa Tatcı’nın ifadesiyle Kaygusuz Abdal, bu şiirle toplumsal eleştirilerini, simgelerle
örgülemiş ve gerçek üstü öğelere dönüştürmüştür. Kaygusuz bu şiiriyle, kendi
nefsi ile mücadele eden bir insanı ele alıyor. Kaz, pişmeyen, sert mizacıyla
insan nefsini temsil eder. “ Karı” olarak ifade edilen kavramla da yaşlı ancak
bakımlı olan dünyayı kastediyor.
Kaygusuz Abdal’ın bu şiiri
şathiye karakterindedir. Bu şiiri gibi divanında birçok şiir vardır. Bu
şiirlerinde Allah ile samimi bir üslupla konuşmakta veya dünyanın geçici
zevklerine kapılan insanı alaycı bir şekilde eleştirmektedir.
14. yüzyılda Osmanlı
Devleti doğmuş ve hızla genişleme safhasına geçmiş, cihan devleti olma yolunda
emin adımlarla ilerlemiştir. 15. yüzyıl da, Osmanlı Devleti’nin kendini dünyaya
duyurduğu asırdır.
Bu dönemde Türkçe’ye
verilen önem de artmıştır. Halkın dili olduğu kadar edebi ve resmi anlamda da
kabul görmüştür. Pek çok alim ve şair hükümdarlar tarafından himaye edilmiş ve
desteklenmişlerdir.
Muradî mahlasıyla şiir
yazan 2. Murad, avnî mahlaslı Fatih Sultan Mehmed, Adlî mahlaslı 2. Bayezid’in
yazdıkları sûfiyane şiirler de dikkati çekmiştir. Sultan Mehmed’in İstanbul’u
fethi, Ortadoğu ve Avrupa’da yeni fetihlere kapı açmış, Türkleşme ve İslamlaşma
hareketleri hız kazanmıştır. Buna paralel olarak da medreselerin, tekkelerin
önemi gittikçe artmıştır. Bu yüzyılın mutasavvıf şairleri de halkın anlayacağı
dilde şiirler yazmaya devam etmişlerdir. 15. yüzyıldaki önemli mutasavvıf
şairleri şunlardır:
Eşrefoğlu Rûmi, Hacı Bayram-ı Velî, Akşemseddin,
Süleyman Çelebi, Kemal Ümmî, Emir Sultan, İbrahim Tennûri v.d.
Bu asrın önemli
mutasavvıf şairlerinden ve alimlerinden olan Akşemseddin(1390-1459), bilindiği
gibi Fatih Sultan Mehmed’in hocasıdır ve İstanbul’un fethine katkısı olmuştur.
Şam doğumlu olduğu bilinen Akşemseddin, küçük yaşta ailesiyle birlikte
Anadolu’ya gelerek Amasya’nın Kavak nahiyesine yerleşmiştir.
Akşemseddin iyi bir
medrese tahili ve dini eğitim görmüştür. Fatih’in hocası olması ve Osmancık
Medresesi’ne atanması bunun göstergesidir. Akşemseddin’in devlet kademesindeki
yetkinliğinin yanı sıra, şer’i ilimler, tasavvuf ve tıpla da uğraşmış ve birçok
eser vermiştir. Bunlar: Risalet-i Nuriye, Makâmat-ı Evliya, Def’ül Metâini’s-i
Safiyye(Hall-i Müşkilat), Risale-i Zikrullah, Risaletü’d Dua, Risaletü’ş Şerh,
Akval-ı Hacı Bayram, Telhî fi Def’i
Mevâin, Risalü’n fi’t Tıp.
Bu asrın önemli bir diğer
mutasavvıfı da mevlidiyle tanıdığımız Süleyman Çelebi’dir. Hayatı hakkında pek
bir bilgimiz yoktur. İyi bir eğitim gören Süleyman Çelebi, Sultan Bayezid’in
Divân-ı Hümayün imamlığını, daha sonra da Bursa Ulu Camii başimamlığına
getirilmiştir.
Vesiletü’n Necat, sade
bir dille manzum bir şekilde yazılması, dini bir heyecan vermesi, özel bir
makamla camilerde, evde okunması sebebiyle Süleyman Çelebi’nin herkesçe kabul
görmesini sağlamıştır. Vesiletü’n Necat, mesnevi nazım şekliyle yazılmış bir
mevliddir. Ahenk unsurları sebebiyle şiir oldukça akıcıdır. Şiir, geçmişten
günümüze gelen bildiğimiz icra tarzının yanı sıra bestelenmiştir. Aruz’un
fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla yazılan eser 768 beyittir ve Hz.
Peygamber’in hayatından ve mucizelerinden bahseder.
Hacı Bayram Veli, bu asrın
bir diğer önemli mutasavvıflarındandır ve Akşemseddin’in de mensubu olduğu
Bayramiyye Tarikatı’nı kurmuştur. Asıl adı Numan’dır ve Ankara’nın
Zülfadl(Solfasol) köyünde doğmuştur. Kuvvetli bir medrese eğitimi gördükten
sonra Ankara’da Kara Medrese-Melike Hatun Medresesi’nde müderrislik yapmıştır.
Daha sonra müderrisliği terk ederek Hamidüddin Aksarâyi’ye(Somoncu Baba)
intisab etmiştir. Şeyhi ile diyar diyar dolaştıktan sonra tekrar Aksaray’a
dönmüşlerdir. Şeyhi ölünce de Ankara’ya yerleşerek Bayramiyye Tarikatı’nı
kurmuştur.
Hacı Bayram’ı çağının
Yunus Emre’si olarak tanımlayabiliriz. Çünkü milli edebiyatın ve tasavvufi
hayatın gelişip yayılmasında önemli bir rol oynamıştır. Akşemseddin, Eşrefoğlu
Rûmi ve Dede Ömer Sıkkini gibi isimler Hacı Bayram’ın yanında yetişmişlerdir.
1429-30 yıllarında
Ankara’da vefat eden Hacı Bayram Veli, Hacı Bayram Külliyesi’nde yatmaktadır.
Hacı Bayram’ın yazılı bir
eseri yoktur. Elimizde yalnızca heceyle yazılmış üç, aruzla yazılmış iki şiir
vardır. Bu şiirleri şathiye ve ilahi türündedir.
Bilmek istersen seni
Can içre ara canı
Geç canından bul anı
Sen seni bil sen seni
Kim bildi ef’alini
Ol bildi sıfatını
Anda gördü zatını
Sen seni bil sen seni
Görünen sıfatındır
Anı gören zatındır
Gayri ne hacetindir
Sen seni bil sen seni
Kim ki hayrete vardı
Nura müstagrak oldu
Tevhid-i zatı buldu
Sen seni bil sen seni
Bayram özünü bildi
Bileni anda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil sen seni
Hacı
Bayram’ın bu şiiri, insanın ilahi aşka erişmek için nefsini bilmesini, terk
etmesini anlatan bu şiiri herkesçe bilinen ve kolayca söylenen bir ilahidir.
16.
yüzyıl, şüphesiz, Osmanlı Devleti’nin en parlak dönemidir. Bu yüzyılda devlet
gelişimini sürdürmüş ve üç kıtaya yayılan büyük bir imparatorluk haline
gelmiştir. Hal böyle olunca başkent İstanbul, her açıdan önemli bir merkez
olmuştur. Yöneticilerin de kültür ve sanat hareketlerini desteklemeleriyle bu
bölgede yüksek kültür anlayışı oluşmuş ve bu anlayışı kıdemli çevreler kabul
etmiştir. Kısacası Divan Edebiyatı revaçtadır. Bâki, Fuzûli, Zâti, Yahya Bey,
Hayali Bey gibi isimler hep bu dönemde yetişmiştir. Bu gelişmelerle
Tekke-Tasavvuf çevresi eski ününü kaybetmiş ve biraz daha arka planda
kalmıştır.
Mutasavvıf
şairler bu dönemde de Halk ve Divan edebiyatları etkisinde şiir yazmaya devam
ederler. Bu etki bu dönemde daha da
artmıştır. Eskiden aruzla şiirler yazan Mevleviler artık heceyle de yazmaya
başlamışlardır.
Bu
dönemin önemli mutasavvıf şairleri de şunlardır: Hataî, Öksüz Dede, Kul Mehmet,
Üftâde, İbrahim Gülşenî, Vâhib Ümmî, Aziz Mahmud Hüdâyi, Pir Sultan Abdal v.d.
Bu
dönemin en önemli mutasavvıf şairlerinden biri hiç şüphesiz Pir Sultan
Abdal’dır. Pir Sultan Abdal, 16.
Yüzyılın sonu ile 17. Yüzyılın başında yaşamıştır. Hayatı ile ilgili pek bir
bilgimiz olmayan Pir Sultan Abdal’ın asıl adı Haydar’dır. Sivas’ın Yıldızeli
kazasına bağlı Banaz köyünde doğmuş, Sivas’ta ölmüştür.
Osmanlı-Safevî
savaşlarının yoğun olarak yaşadığı bir dönemde yaşamış olan Pir Sultan, Alevî-Bektâşi
şiirinin önemli isimlerinden biridir. Pir Sultan Abdal, Safevîler lehindeki
sözleri ve devlete karşı olan tutumları sebebiyle Sivas Beylerbeyi Hızır Paşa
tarafından idam ettirilmiştir.
Pir
Sultan’ın yazdığı şiirler Halk Edebiyatı geleneğine göredir. Şiirlerinin yapısı
itibariyle halk ozanlarına benzer. Şiirlerini 11’li, 8’li ve 7’li hece
ölçüleriyle yazmıştır. Koşma ya da mani biçiminde olan şiirleri dörtlüklerden
oluşur.
Pir
Sultan, şiirlerinde yaşadığı dönemin belli başlı olaylarından kesitler sunar. Dini
şiirlerinin yanı sıra din dışı şiirleri de vardır. Tarikatla ilgili şiirlerinde
Alevîlik-Bektâşilik geleneğinden ve unsurlarından bahseder.
Hızır paşa bizi berdar etmeden,
Açılın kapılar şaha gidelim.
Siyaset günleri gelip yetmeden,
Açılın kapılar şaha gidelim.
Gönül çıkmak ister şahın köşküne,
Can boyanmak ister Ali müşküne.
Pirim Ali on'ki imam aşkına,
Açılın kapılar şaha gidelim.
Her nereye gitsem, yolum dumandır,
Bizi böyle kılan ahd-ü amandır.
Zincir boynum sıktı hayli zamandır,
Açılın kapılar şaha gidelim.
Yaz selleri gibi akar çağlarım,
Hançer aldım, ciğerciğim dağlarım.
Garip kaldım, şu arada ağlarım,
Açılın kapılar şaha gidelim.
Ilgın ılgın eser seher yelleri,
Yare selam eylen urum erleri.
Bize peyik geldi şah bülbülleri,
Açılın kapılar şaha gidelim.
Bir taze sevgidir, yeni beğendim,
Anam, atam yoktur vere öğüdüm.
Kıyman beyler kıyman, ben genç yiğidim,
Açılın kapılar şaha gidelim.
Pir Sultan'ım eydür: Mürvetli şahım,
Yaram baş verdi, sızlar ciğergahım.
Arşa direk direk olmuştur ahım,
Açılın kapılar şaha gidelim
Pir Sultan Abdal’ın
asılmasına sebep olan söylemlerini yansıtan bu şiri, Pir Sultan Abdal’ın Hızır
Paşa’ya karşı tutumunu açıkça göstermektedir. Sözünün savunucusu olmaktan
vazgeçmeyen Pir Sultan, bu tür şiirleri sebebiyle asılmaktan kurtulamamıştır.
17. yüzyıl, siyasi açıdan
Osmanlı Devleti’nin duraklama dönemine girdiği asırdır. Buna rağmen kültürel
hayat belirli ölçülerde devam eder. Klasik Türk şiiri rayına oturmuş, halk
şiiri de en parlak dönemlerinden birini yaşamıştır. Temeli bu iki şiir
geleneğine dayanan Türk Tasavvuf şiiri, bunların aksine pek gelişme
gösterememiştir. Bunun sebebiyse tekke mensuplarıyla bazı medreselerin
yaşadıkları münakaşalardır. Bu münakaşalar dini ve ledünni konulardaki
karşılıklı suçlamalardan ibarettir. Buna rağmen birçok şair yetişmiş ve birçok
eser verilmiştir. Bu asrın bazı mutasavvıf şairleri şunlardır:
Adem Dede, Sinan Ümmi,
Niyazi-i Mısrî, Şeyhü’l İslam Yahya Efendi, Gaybî Sun’ullah, Kul Nesimi, Âşık
Virâni v.d.
Bu asrın en önemli isimlerinden
birisi de hiç şüphesiz Niyazi-i Mısrî’dir(1618-1692). Asıl adı Mehmet olan
Niyâzi-i Mısrî, Malatya’nın Soğanlı köyünde doğmuştur. Çeşitli medreselerde
eğitim görür ve birçok yerde de vaaz vermiştir. Küçük yaşta Malatya’lı Halvetî
şeyhi Hüseyin Efendi’ye intisab eder.
Daha sonra Diyarbakır, Mardin, Mısır gibi yerlere gider ve eğitimini sürdürür.
Eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul ve Anadolu’da irşad çalışmalarına
başlar. Sultan 4. Mehmed tarafından orduya manevi bir güç vermesi için orduyla
beraber Lehistan seferine gönderilir. Seferdeyken kendisine atılan iftiralar
sebebiyle Limni’ ye sürgüne gönderilir. Daha sonraları birkaç defa daha
iftiraya uğrar ve yine Limni’ ye gönderilir, burada vefat eder.
Türkçe ve Arapça, manzum
ve mensur on ciltten fazla eseri bulunmaktadır. Şiirlerinde Nesimî, Fuzûli ve Yûnus Emre’den etkilendiği
görülür. Tasavvuf ve vahdet-i vücûdu Yûnus Emre gibi şiirlerinde kolayca
işlemiştir. Divanının temel özelliği tasavvufî olmasıdır. Bu divan çoğunlukla
gazellerden oluşur. Bunların yanında dört muhammes, bir müseddes, yedi tane de
murabba vardır. Şiirlerini aruz ve hece ölçüleriyle yazmıştır. Şiirlerinde
çoğunlukla dini konuları işleyen Mısrî, bazı ünlü kişilere ve şeriata medhiyeler
yazmıştır. Eserleri ise şunlardır:
Divan,
Risaletü’t Tevhid, Şerh-i Esma-i Hüsnâ, Sure-i Yusuf Tefsiri, Es’ile ve
Ecvibe-i Mutasavvıfâne, Şerh-i Nutk-ı Yunus Emre, Risale-i Hızriye, Fatiha
Tefsiri, Risale-i Hiye-i Hz. Hüseyin, Sûre-i Nur Tesfsiri, Risale-i Belgrat,
Risale-i Vahdet-i Vücûd, Risale-i Devriye, Tahir-nâme, Risale-i Hasaneyn.
Ey gönül gel gayrıdan geç aşka eyle iktida
Zümre-i ehl-i hakikât anı kılmış mukteda,
Cümle mevcudat u malumata aşk
akdem dürür
Zira aşkın evveline bulmadılar ibtida.
Hem dahi cümle fena buldukta
aşk bâki kalır,
Bu sebepten dediler kim aşka yoktur intiha.
Dilerim senden Hüda’ya eyle
tevfikin refik,
Bir nefes gönlüm senin aşkından etme gel cüda.
Masivâ-yı aşkının sevdasını
gönlümden al,
Aşkını eyle iki alemde bana âşinâ.
Aşk ile tamûda olmak cennetidir
aşıkın,
Lîk cennette olursa tamûdur aşksız ana.
Ey Niyazi mürşid istersen bu yolda aşka uy,
Enbiya vü evliyaye aşk oluptur rehnüma.
Niyazi-i
Mısrî bu şiirinde ilahi aşkı açık bir şekilde işler. Bütün beyitlerinde aşktan
bahseden Mısrî, şiire kendi gönlüne, nefsine seslenerek başlar. Gönlünün aşka
uymasını ve kalp gözünün açık olmasını ister. Böylece başka bir şeye ihtiyaç
duymadan doğru yolun bulunabileceğini telkin eder. Şiir boyunca aşktan bahseden
Mısrî, ilahi aşkın insan için bir mürşid olabileceğini belirterek şiirini
bitirir.
18.
yüzyıldaki siyasi gelişmeler Osmanlı Devleti’nin bütünlüğü açısından bazı
sıkıntılara yol açmıştır. Osmanlı Devleti, Karlofça Antlaşmasının ağır
hükümleri sonucu toprak kaybetmeye devam ediyordu. Siyasi anlamda hal böyle
iken edebiyatımızda da pek bir gelişme olmamıştır. Divan Edebiyatı’nda Nedim ve
Şeyh Galip dışında yetenekli şairler yetişmemiştir. Ancak önemli şairlerin
önderliğinde dilde sadeleşmeye ve edebiyatta millileşmeye gidilerek “
mahallileşme cereyanı” adında bir akım oluşturulmuştur. Bu akımla Divan
Edebiyatı’na halkın söyleyişleri, deyimleri ve sesleri girmiş, şiire sade bir
güzellik katmıştır. Halk
Şiiri ise 17. yüzyıldaki eğilimini devam ettirmiş, Divan Şiiri’ne yaklaşmaktan
vazgeçmemiştir.
Tekke
şiirinde de belirgin bir gelişme olmamıştır. Verilen eserler eski bilgileri
tekrardan ileriye gitmemiştir. Şeyh Galip, Esrar Dede gibi isimlerin verdikleri
eserler dışında özgün eserlere rastlanmaz. Şuâra-yı Mevlevî ve Hüsn ü Aşk bu
dönemde verilen orijinal eserlerdir. Tasavvuf Şiiri’nde dikkati çeken bir diğer
nokta da Alevî-Bektaşî nefeslerin zengin oluşudur. Bunda Pir Sultan’ın Etkisi
büyüktür.
Bu
dönemde yetişen bazı mutasavvıf şairler şunlardır: Süleyman Nahîfî, Esrar Dede,
Bursalı İsmail Hakkı, Erzurumlu İsmail Hakkı, Hasan Sezai Gülşenî, Neccarzâde
Şeyh Rızâ, Ahmed Mürşid, Mehdî, Mahvî v.d.
Erzurumlu
İsmail Hakkı, bu asrın önemli mutasavvıf şairlerindendir. 1703’te
Erzurum-Hasankale’de doğan İsmail Hakkı, küçük yaşta babasının şeyhi Hasan
Fakirullah’a bağlanmıştır. Şeyhinden çok
şey öğrenen İsmail Hakkı, ilahi aşk terbiyesiyle yetişmiştir. Şeyhinin Siirt’in
Tillo köyündeki dergahında yerleşen İsmail Hakkı, şeyhi öldükten sonra dergahın
başına geçmiş ve 1772’de ölmüştür. On yedi civarında eseri olan İsmail
Hakkı’nın önemli eserleri İlâhi-nâme(Dîvan) ve Marifetname’sidir. Diğer
eserleri şunlardır: İrfaniye, İnsaniye, Mecmuatü’l Maânî, Tuhfetü’l Kiram,
Nühbetü’l Kelâm, Meşâriku’l Yûh, Sefîne-i Rûh, Kenzü’l Fütuh, Definetü’r Ruh,
Rûhu’ş Şürûh, Ülfetü’l En’am, Urvetü’l İslâm, Hey’etü’l İslâm.
17.
yüzyıl mutasavvıf şairlerinden Niyazi-i Mısrî’den etkilenen İsmail Hakkı,
Marifetnâme’sine Mısrî’nin Risale-i Devriye’sini aynen almıştır. İsmail Hakkı’nın Marifetname’si bir
ansiklopedi niteliğindedir. İsmail Hakkı bu eserde, astronomi, ahlak, tasavvuf,
felsefe, musiki, fen ve tıp gibi ilimlere yer vermiştir.
Günümüzde
hemen hemen hepimizin bildiği aşağıdaki ilahisinde, ilâhi aşkı çok açık bir
dille işlemiştir. Didaktik bir vasfı olan şiirde, Allah’a karşı teslimiyeti
telkin etmiştir
Hak
serleri hayreyler
Zan etmeki gayreyler
Arif ani seyreyler
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Sen Hakk’a tevekkül kil
Tevfiz et ve rahat bul
Sabreyle ve razi ol
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Kalbin ana berk eyle
Tedbirini terk eyle
Takdirini derk eyle
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Bil kadi-i hacati
Kil ana münacati
Terk eyle müradati
Mevla görelim neyler.
Neylerse güzel eyler
Bir isi murad itme
Oldiysa inad itme
Hak’dandir O red itme
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hak’in olicak isler
Bosdur gam u tesvisler
Ol hikmetini isler
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hep isleri fakiydir
Birbirine layikdir
Neylerse muvafikdir
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Dilden gami dur eyle
Rabbinle huzur eyle
Tevfiz-i umur eyle
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Sen adli zulüm sanma
Teslim ol oda yanma
Sabr it sakin o sanma
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Dime su niçün söyle
Yerincedir ol öyle
Bak sonuna sabr eyle
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hiç kimseye hor bakma
incitme gönül yikma
Sen nefsine yan çikma
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Mü’min isi reng olmaz
Akil huyu cenk olmaz
Arif dili teng olmaz
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hos sabir cemilimdir
Takdir kefilimdir
ALLAH ki vekilimdir
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Her dilde anin adi
Her canda anin yadi
Her kuladir imdadi
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Naçar kalacak yerde
Nagah açar ol perde
Derman ider ol derde
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Her kuluna her anda
Geh kahr u geh ihsanda
Her anda o bir sanda
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Az ye az uyu az iç
Ten mezbelesinden geç
Dil gülsenine gel güç
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Bu nas ile yorulma
Nefsinle dahi kalma
Kalbinden iraG olma
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Her daim ani zikreyle
ZirekliGi koy söyle
Hayran-i hak ol söle
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Gel hayrete dal bir yol
Kendin unut ani bul
Koy gafleti hazir ol
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Her sözde nasihat var
Her nesnede zinet var
Her iste ganimet var
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Vallahi güzel etmis
Billahi güzel etmis
Tallahi güzel etmis
Allah görelim netmiş
Netmişse güzel etmiş
Devrin
bir diğer önemli mutasavvıflarından birisi de Bursalı İsmail Hakkı’dır. Günümüzde Bulgaristan sınırları içerisinde
olan Aydos Köyünde doğmuştur. Bursa^da bir tekke yaptırmış ve oraya
yerleşmiştir. Bursa, İstanbul, Edirne ve
Üsküp’te bulunan İsmail Hakkı, Hoca Şeyh Abdulbâki ve şeyh Osman Efendi’den
ders alıp irşad çalışmalarına başlamış 1725 senesinde de Bursa’da vefat
etmiştir.
Bursalı
İsmail Hakkı, şairliğinden çok mutasavvıf kimliğiyle ön plana çıkar.
Şiirlerinde de daha çok tasavvufî konulara değinir. Tespit edilen 186 eseri
vardır. Şiirlerinde çoğunlukla aruz veznini kullanmıştır. Mutasavvıf
kişiliğinin ağır basmasına rağmen divanında 360 gazel ve değişik türlerde
yazılmış bir çok şiiri vardır. Bunlardan 11 tanesi de hece ölçüsüyle
yazılmıştır. İsmail Hakkı, şiiri; duygu ve düşüncelerin öğretilebileceği bir
zemin olarak görür ve tasavvufu öğretmek için fırsat bilir. Şekilden çok manaya
önem veren İsmail Hakkı, şiirde sadeliğe önem vermiştir.
19.
yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma sürecindeki dönüm noktalarından
biridir. Bu yüzyılda Batılılaşma’ya önem verilmiş ve bu süreç hız kazanmıştır.
Yeniçeri Ocağı’nın Kaldırılması, Tanzimat ve Islahat Fermanı’nın ilan edilmesi
bu yüzyılın önemli olaylarındadır.
Birçok sahada başlayan Batılılaşma süreci
edebiyatta da kendisini hissettirmiştir.
Yeni türler, muhtevalar edebiyatımıza girmişse de Dinî-Tasavvufî
Edebiyat da varlığını sürdürmüştür. Tekke ve medrese çevreleri Batılılaşma
karşıtlığıyla ön plana çıkmışlardır. Bunlar arasında da yenilileşme çabasında
olanlar da yok değildir. “Kuşadalı” gibi bazı mutasavvıf şairler tekkede halvet
yerine halka açılmayı istemişlerdir. Ancak bu çabalar da sonuçsuz kalmıştır.
Bu
yüzyılda yetişen mutasavvıf şairler ise şunlardır: Keçecizade İzzet Molla,
Şeyhü’l İslam Arif Hikmet, Adile Sultan, Leskofçalı Galip gibi Divan Edebiyatı
kökenli olanların yanı sıra , Türâbî, Müştak Baba, Salih Baba, Ruhsatî gibi
Tekke ve Âşık tarzına mensup olanlar da vardır.
Bu
dönemde âlim kişiliğiyle bilinen Şeyhü’lislam Arif Hikmet, 1786’da İstanbul’da
doğar. Vezir İbrahim İsmet Bey’in oğludur. Öğrenimini tamamladıktan sonra Hac
görevinini yerine getirir. Daha sonra Kudüs, Medine, Mısır gibi yerlerin
kadılığına atanır. İstanbul kadılığına atansa da kabul etmez. Devlet
kademesinde çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 1859’da İstanbul’da ölmüştür.
12.000
ciltlik kütüphanesi bulunan Arif Hikmet, bu kitaplarını kütüphaneye
vakfetmiştir. Divan Şiiri tarzına şiirler yazan Arif Hikmet’in Tasavvufî
şiirleri de vardır. Eserleri: Divan, Tezkire-i Şuâra, Mecmuatü’l Terâcim,
Hülâsatü’l Makâlât fî Mecâlisi’l Mukâlemat, El Ahkâmü’l Meriyye fî’t Arazi’l-
Emirriye.
Mürettep
bir divanı olan tek kadın şairimiz Adile Sultan 2. Mahmud’un kızıdır. Sarayın
şaşalı hayatına rağmen o tasavvufu seçer ve samimi bir şekilde tasavvufî
şiirler yazar. Şiirlerinin büyük bir kısmı tasavvufîdir. Divanında hece ile
yazılmış ilahileri de vardır. Şiirlerinde vahdet-i vücûd felsefesine de
rastlanır.
Sana ahvalimi arz etmeğe hâcet mi
var Yârab!
Günahkârım, recâya elde bir kuvvet mi var, Yârab!
Ger
ihsânınla mahvolmaz ise bu defter-i cürmüm
Füyûzâtın erişmezse bana râhat mı var, Yârabl
Güzel
halk etti gerçi kâinatı kudretin bî şek
Saray-ı dilde, aşktan gayri hoş izzet mi var, Yârab!
Tecelli-i cemâlin âşıkı, zâr ü zebûn eyler.
Bu ihsânından özge âşıka vuslat mı var, Yârab!
Reh-i aşkında âşık, nâlelerle can fedâ eyler.
Bu yolda Âdile'ye başka bir devlet mi var, Yârab!
Yukarıdaki
şiirde görüldüğü gibi Adile Sultan, samimi duygular ve hislenişlerle yazmış
olduğu bu münâcâtı, bahsettiğimiz fikrî unsurları yoğun bir şekilde işlemesine
rağmen anlatım gücü bakımından çok müstesna bir yer edinememiştir. Özetle yoğun
duyguları yüzeysel bir üslupla ele almıştır. Bu özelliği diğer şiirlerine de
yansımıştır.
Türk
Edebiyatı, tarihi gelişimi içerisinde değişik sosyal, kültürel ve dini
faktörlerin etkisi altında kalmıştır. 10.yüzyıla kadar kendi gelenekleri ve
inanç sisteminin değerlerini konu edinen Türk Edebiyatı 10.yüzyılın ikinci
yarından itibaren İslamiyet’e toplu geçişlerle birlikte zengin bir kültürle
tanışmıştır. İslam kültürü, bu tarihten sonra geniş bir coğrafyayı kendine yurt
edinmiş Türk milleti arasında oldukça hızlı yayılmış ve Türk Tasavvuf Edebiyatı’nın
gelişmesiyle beraber en güzel örneklerini vermiştir. İşte bu çalışmamızda,
genel hatları ile Türk Tasavvuf Edebiyatı’nı incelemeye çalıştık.
Başlangıcından günümüze kadar geçirdiği gelişim sürecini yüzyıllara göre tasnif
ederek değerlendirdik.
Sonuç
olarak; Türk Tasavvuf Edebiyatı, İslam kültürünü kendisine konu edinerek genel
anlamda Türk Edebiyatı’na çok şey katmış hem de İslam Medeniyeti’nin
şekillenmesinde önemli rol oynamıştır.
KAYNAKÇA
Abdurrahman Güzel, Dini Tasavvufî Türk Edebiyatı, Ankara, Akçağ Yay., 2006.
M. Öcal Oğuz, Türk Halk Edebiyatı El Kitabı,
Grafiker Yay, 2005.
Amil Çelebioğlu, Erzurumlu İsmail Hakkı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
Ankara, 1988.
Abdulbaki Gölpınarlı-Pertev Naili Boratav,
Pir Sultan Abdal, Derin Yay. , İstanbul, 1953.
Kaygusuz Abdal, Dil Güşâ, İstanbul, Türkiye
Diyanet Vakfı Yay., 2009.
H.İbrahim Şener ve Âlim Yıldız, Türk İslam
Edebiyatı, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2003.
Abdurrahman Güzel, “Tekke Şiiri”, Türk Dili
Dergisi Türk Şiiri Özel Sayısı, 1989.
Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı, Ankara,
Akçağ Yayınları, 1998.
Seyyid Kemal Karaalioğlu, Türk Edebiyatına
Giriş, İstanbul, İnkılap Yayınevi.
Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar,
İstanbul, Marmara Üniv. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1994.
Mehmed Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar, Akçağ
Yayınları, 2009.
Kadir Özköse, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında Tasavvufî Zümre ve
Akımların Rolü, Cumhuriyet Üniv., İlahiyat Fak., Dergisi, Cilt 7, Haziran 2003,
s.249-279