9 Kasım 2012 Cuma

DİVAN EDEBİYATINDA NAZIM ŞEKİLLERİ VE TÜRLERİ


XII. yüzyıldan başlayarak Orta Asya’da ve XIII. Yüzyıldan sonra da Anadolu’da ve bütün Osmanlı topraklarında gelişen İslâmî-Türk edebiyâtı olan dîvân edebiyâtı, nesir ve nazım olarak ikiye ayrılır. Bu edebiyâtın, nazım ağırlıklı olduğu, kolayca görülür. Dîvân şâirlerinin mesnevî dışındaki şiirlerini topladıkları kitapları, “dîvân” adını taşır ve bu sebeple bu edebiyât “dîvân edebiyâtı” adını almıştır.

Dîvânların Tertîbi: Bir dîvân içinde, sırasıyla şu tip şiirler bulunur.

l. Tevhîd: Allâh’ın birliğini, yüceliğini anlatan kasîde.
2. Münâcât: Allâh’ın yüceliğini, onun karşısında kulun aczini ve bu yüce kudret sâhibine yakarışını işleyen şiirler.
3. Na’t: Hz. Muhammed’i öven kasîdeler.
Bir divânda çâr-yâr-ı güzîn’i, Mevlânâ’yı, devlet büyüklerini öven kasîdeler de bulunur.

Gazeller: Gazeliyyât, dîvânın en geniş ve önemli kısmıdır. Bunlar, kâfiye rediflerinin son harflerine göre sıralanırlar. Buna elifbâ sırası denir.

Musammatlar:

Kıt’alar.

Rübâ’îler

Tuyuglar

Târîhler

Lûgazlar

Mu’ammâlar

Müfredler

I. Kasîde:
Bir kasıt ve maksat güden uzunca manzûmelerdir. İlk olarak câhiliyye dönemi Araplarında görülür. Oradan Îran’a ve daha sonra XI. Asırda Türklere geçmiştir.

Arap edebiyatının ürünü olan kasîdenin M.Ö. V. Yüzyıla uzandığı bilinir. Hicretin ilk yıllarına kadar Arap şiirinde başlıca iki nazım şekli vardı. Birisi “recez”, diğeri ise “kasîde”ydi. Recez, ânî ilhamlarla, bir anda söylenirdi, irticâlîydi.

İlk kasîde örnekleri “seb’a-i mu’allaka” denilen yedi muhtelif şiirde görülür. Bu yedi kasîde, her yıl yapılan panayırlarda okunan şiirler arasında, herkesçe sevilip beğenilen şiirlerdi ve Ka’be duvarında sergilenirlerdi. Anlamı “yedi askı” demektir.

Kasîdenin muhtevâsının zenginleşmesi ve bir nazım şekli olarak en büyük önemi kazanması, İran edebiyâtı sâhasında oldu. Sâsânîler devrinde başlayan saray edebiyâtı geleneği, Türk devletlerine de yayıldı.

Kasîdenin Şekli:

Kasîdenin ilk beytinin mısraları, kendi aralarında kâfiyelidir. Beyit sayısı muhteliftir. Genellikle otuz birden doksan dokuza kadar olduğu söylenir. Ama 20 beyitten başlayıp 500 beyitten fazlaya kadar uzanan değişik hacimde kasîdeler vardır. Türk Dîvân şiirinde bu sayılar, 45-75 arasıdır. İlk beyti kâfiyeli olmayan kasîdeler, aynı vasıftaki gazeller gibi, şeklen kıt’a hükmündedirler.

Kasîde, beş bölümden oluşur:

1. Nesib (teşbîb): Eski belâgatçılar, nesibi “kasîdenin başında söylenilen gazel” diye tarif ederler. Buradan, “tegazzül” bölümünün, eskiden başta olduğu anlaşılmaktadır. Teşbib, konusu şâirin kendi hâlini anlattığı, aşk ıztıraplarını tesellî yollu söylediği şiirdi. Bu kelime “ateş yakmak” anlamına geldiğinden, Arap edebiyâtında âşık, sevgilisini anarak coşkunluğunu ve sevgisinin ateşini arttırdığı için gazele teşbib demiştir.  Fakat şâirlerin çoğunluğu, kasîdenin başlarında bulunan zamanın ferahlığını, insanlara ezâ ve cefâsını, diğer taraftan bağ-bahçe ve çiçeklerin tasvirlerini, zevk ve neş’e duygularını ihtivâ eden gazele, hem teşbib hem de nesib diyerek bu iki kavramın birini, diğerinden ayırmamışlardır. İçinde teşbib, yani gazel bulunmayan kasidelere “mahdûd” ya da “muktedâb” demişlerdi ki anlamı “tegazzülden geri kalmış ve teşbîbden kesilmiş” demektir.

Nesîb (teşbîb) bir mevsim, bir olay, bir manzara, bir çiçek ve başka akla gelecek her şeyin tasviri olabilirdi. Şâir, tasvir ettiği şeyle ilgili somut görüntü ve belirtileri, bilgisinin ve kültürünün el verdiği ölçüde yorumlar, kendi düşünce ve duygu âlemine göre anlamlandırırdı. Nesîb bölümü, şâirin genel kültürünü sergilemesine en uygun ve kasîdede de oldukça uzun bir bölümdü.

Şâir, bundan sonra okuyucuda yeni bir düşünce ve duygu zevki uyandırmak için aynı kâfiyede bir beyit söyleyebilir ki buna “tecdîd-i matla’” denir.  Araya gazel yerleştirdiği de olurdu. Matla’ı yenilerken, kâfiye bulmakta sıkıntı çekmeyecek kadar dil hakimiyeti bulunduğunu da isbat etmiş olurdu.

Gazel, bazen kasîdenin baş tarafına yerleştirilirdi. Şâirin kasîdeye bir gazelle başlaması mümkündü.  Dîvân edebiyâtında, şiir denince akla hemen gazel geldiği için, şâirlik de gazeldeki başarıyla ölçülürdü. Böylece şâir, kasîdeye yerleştirdiği tegazzül bölümüyle gerçek bir şâir olduğunu ispat etmeye çalışırdı. Tegazzül, “Mehdiye” den sonra da olurdu.

2. Girizgâh:

Daha sonra, girizgâh denilen bir veya birkaç beyitlik bölümle medhiyyeye geçilirdi. Girizgâh, medhiyyeye giriş bölümüdür.
Medhiyye:

Kasîdenin yazılışından maksat, bu bölümdür. Şâir, medhiyye bölümünde sultanlık, vezirlik, müftülük gibi yüksek makamlardan birinde bulunan kişinin, o makamın gerektirdiği erdemlerin en yücesine sahip olduğunu söyler, böylece hem onu övmüş; hem de diğer taraftan o erdemlere gerçek anlamda sâhip kişiyi tarif ederek kasîdenin muhâtabını öyle olmaya davet etmiş olurdu. Bu özellikler adâlet, bilgelik, cömertlik, düşkünleri koruma, san’at ve ilim adamlarına el uzatmak, merhamet, cesâret gibi kavramlardı. Bu arada bir cimriyi cömert, bir zâlimi merhametli, elini kılıç kabzasına dokundurmamış birini en büyük kahraman diye tarif etmek gibi tuhaflıklar da olurdu. Bir şâirin göz göre göre gülünç olmak istemesi mümkün olmayacağına göre, bu şâirlerin, diledikleri özellikleri zikr ederek memdûh denilen övülen kişiyi, anlattıkları gibi olmaya teşvîk ettikleri söylenebilir.

Fahriyye: Bu bölümde şâir, ne kadar ince hünerli ve bilgili olduğunu söyleyerek yaptığı övgünün önemini ve değerini îmâ ederdi. Kendi kâbiliyetlerinden, şikâyetlerinden, şiirlerinin mükemmeliyetinden söz eder, kadirbilmezlikten yakınırdı. Fahriyye bölümünden aşağıdaki du’â bölümüne geçerken şâ’ir mahlasını söyler ki bu beyite “Taç beyti” denir.

Du’â Bölümü:

Du’a bölümüyle kasîde son bulurdu. Burada,  övülenin şahsına ve mevkiine göre mutluluğunun, ömrünün, zaferlerinin artmasına, sürekli olmasına du’â edilirdi.

Yukarıda zikredilen bölümler, bütün kasîdelerde bulunmayabilirdi.

Genel olarak kasîdeler,  en az on beş beyittir ve daha kısa kasîdeler “kasîde-i beççe” (çocuk kasîdesi) diye tebessümle küçümsenirdi.  
Kâfiye sistemi aa  ba  ca  ..........

II. GAZEL:

Arapça olan gazel kelimesinin, sözlük anlamı, “sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek”tir. Edebî terim olarak ise, en eski nazım şekillerinden birinin adıdır. Beyitlerle kurulur ve tek kâfiyeli, kısa bir şiir şeklidir.

Kâfiye düzeni aa, ba, ca, ça, da, ea, ............

Gazel, 5-7-9-11 ........ beyitten oluşur. Umûmiyetle 5 ve 7 beyitten ibârettir; fakat 30-40 beyte kadar uzayan gazeller de vardır.

Gazelin ilk beyti musarra’dır. Yani mısralar, ilk beyitte birbiriyle kâfiyelidir. Buna mukaffâ (kâfiyeli) da denir. Sonraki beyitlerin ilk mısra’ları serbesttir. İkinci mısra’lar, mutlakâ ilk beyitle kâfiyeli olurlar.

İlk beyite matla’ (doğuş yeri) denir. İkinci beyitin, birinciden daha güzel olmasına özen gösterilir ve ikinci beyite “hüsn-i matla’” denir.

Bazen gazelde birden fazla musarra’ beyit bulunur. Yani ilk 2-3 beyit tek kâfiye üzerine kurulurlar. Bu tür gazellere çok matla’lı anlamına “ zü’l-metâli’” denir. Sadece ilk iki beyit tek kâfiye üzerine kurulmuşsa, yani peşpeşe iki matla’ varsa, bu tür gazellere, “dü matla’” (iki matla’lı) denir.

Gazelin matla’dan sonra gelen beyitlerini de kâfiyeli yapmaya “tasrî” denir. Bütün beyitler her mısra’ı tek kâfiye üzerine kurulmuşsa, bu gazellere “musarra’” denir.

Bazen şâir, matla’ın birinci ya da ikinci mısra’ını gazelin makta’ında, yani son beytinde tekrarlar. Buna “redd-i matla’” denir. Matla ve makta’ dışındaki mısralardan biri makta’da tekrarlanırsa, buna da “redd-i mısra’” denir. Redd-i matla’ ve redd-i mısrâda tekrarlanan mısraların, anlamlarının sağlam olması gerekir.

Gazelin son beytine makta’ (kesme yeri, bitirme yeri) denir. Makta’dan bir önceki beytin, makta’dan daha güzel olmasına dikkat edilir ve bu beyite “hüsn-i makta’” denir. Gazellerin makta’ beyitlerinde şâirler, umûmiyetle fahriye yaparlar (övünürler)dı.

Şâirler, şiirlerinin başka şâ’irlerin şiirlerine karışmaması için, takma ad (mahlas) kullanırlar ve bu mahlası, genellikle makta’ beytinde kullanırlardı. Buna, tahallus denir. Eğer mahlas, sözlük anlamıyla kullanırsa, buna “hüsn-i tahallus” denirdi:

“Âvâzeyi bu ‘âleme Dâvûd gibi Sal-Bâkî kalan bu kubbede  bir hoş sadâ imiş”

Mahlas beytine, “mahlas-hâne” de denir. Bazen şâ’irin, mahlasını iki ayrı yerde tekrarladığı da görülür. Mahlasını, redif olarak kullanan şâirlere de rastlanır. (Örnek: Cem Sultan)

Şâ’irin mahlası, gazelin makta’ beytinden önce kullanılabilir. Şâ’ir gazeline aşk, şarap, güzellik, sâkî gibi konularla başladıktan sonra, bir beyitte mahlasını söyler ve bu arada gazeline bir ya da birkaç beyit daha ekler; şiirini uzatır. Bu eklenen beyitlere zeyl (ek) denir. Bu beyitlerde şâ’ir, zamanın büyükleri için medhiyelerde bulunurlar. Gazel bu hâliyle bölümleri eksik bir kasîdeye benzer. Bu tür gazellere “müzeyyel” (uzatılmış, zeyl almış) gazel denir.

Gazelin en güzel beytine “beytü’l-gazel” veya “şâh beyt” denir.

Gazelde redif, bir kavram birliği sağlar. Beyitler arasında da anlam birliği ve bütünlüğü bulunan, bir pilan ve kompozisyon kaygısıyla söylenmiş gazeller, “yek-âhenk gazel” adını alır.

Gazelde anlam birliği ve konu bütünlüğünden başka beyitlerin aynı güç ve güzellikte olması da özenilen bir husustur. Bu güzelliğin sağlandığı gazellere, “yek-âvâz” gazel denir.Yek-âvâz gazellerde, konu birliği aranmaz.

Kasidelerde genellikle medhiyye bölümünden sonra şâ’ir, bir fırsat düşürüp aynı vezin ve kâfiyede bir gazel kaydeder. Bu bölüme tegazzül (gazel söyleme) denir. Bunun amacı, medhiye bölümünün ağır üslûbunun hafifletilmesi ve kasîdeye bir canlılık kazandırmaktır. Kasîde içinde şâir, duruma uygun bir beyitle gazel söyleyeceğini önceden îmâ eder. Bazen kasîdenin, gazelle başladığı da olur. Bu tip kasîdelerde, daha sonra medhiye bölümü gelir.

Mısra ortalarında iç kafiye bulunan ve böylece her beyti ortadan bölünerek dörtlüğe dönebilen gazellere, musammat gazel denir.

İki şâir, birlikte gazel yazmışlarsa, bu tip gazeller, “müşretek gazel” diye adlandırılır.

Bazen de bir gazel, Türkçe, Arapça veya Farsça olarak yazılır. Mısraları değişik dillerde olan bu tip gazellere “mülemma gazel” adı verilir. Bu tip gazellerin ilk mısraları, genellikle Türkçe olur. Farklı dil kullanımının mısrada değil, beyitte bulunduğu mülemma gazellere de rastlanır.

Bazı gazeller, karşılıklı konuşma şeklinde şekillenmiştir. “Dedim:....” , “Dedi: ..........” tarzında şekillenen bu tip gazellere “mürâca’alı gazel” denir. Bu tarzda soru cevap şeklinde yazılmış gazellerde soru  ve cevap aynı mısra’da veya soru ilk mısra’da cevap ikinci mısra’da olur.

Gazelin Önemi ve Konuları:

Nazım, dîvân edebiyâtında nesre göre daha çok ilgi görmüştür. Şâ’irler, sadece şâ’irâne duygu ve düşünceleri değil, türlü bilimsel konuları da işlemişlerdir. Ancak, gerçek şiir özelliği taşıyan ürünler arasında ilk sırayı, gazeller alır. Gazel, şiirin sadece san’at için ele alındığı nazım şeklidir. Türlü duygu ve düşünceler, en hür ve serbest şekilde, ancak gazelde ele alınır. Kısa bir nazım şekli olduğu için, gazel şâire kafiye ve redif bakımından kolaylık sağlar. Anlam bütünlüğü, umûmiyetle  beyit içinde tamamlanır. Bu da her beytin, âdetâ bir kuyumcu titizliğiyle işlenmesi imkânını verir. Şiirin bütünlüğü, özenle işlenmiş beyitlerin bir araya gelmesiyle oluşur. Bu sebeple gazel, bir ipliğe dizilmiş inci tanelerine benzetilir. Şâ’ir, gazel beyitlerinde ‘âşıkâne, rindâne, sofîyâne, zâhidâne, hakîmâne duygu ve düşüncelere yer verdiği gibi; şiir, şâ’ir ve san’at üzerine eleştiri ve değerlendirmeler de yapar. Bu türlü düşüncelere, gazellerin genellikle makta’ beyitlerinde rastlanır. Şâ’ir, bu beyitlerde aptığı fahriyelerin yanı sıra, bilhassa gazelin nasıl olması, nasıl yazılması gerektiğini de belirtir. Şâ’irler “şiir”, “gazel” redifli gazeller yazarak da bu yoldaki düşüncelerini anlatmışlardır. Ayrıca bu türlü düşüncelere, dîvân önsözlerinde de rastlanır.

Gazel Türleri:

‘Âşıkâne gazel:

Gazelde en çok işlenen konu kadın ve ‘aşktır. Bunun yanı sıra sevgilinin güzelliği, çekiciliği; ona duyulan hayranlık ve özlemin ve sevgilinin ‘âşıka olan kötü muâmelelerinin verdiği ıztırap, rakîbin âşıkta uyandırdığı kızgınlık ve kıskançlık; feleğin ve tâlihin âşıka cevirleri de anlatılır. Bunun dışında meyhâne, içki âlemleri, şarabın zevki, bahaârın verdiği neş’e, tâlihin iyi veya kötü cilveleri, en çok işlenen konulardır. Dîn ile ilgili düşünceler; tasavvuf, ham sofularla alay, hayat, dünyâ ve âhiret hakkında türlü görüş ve hikmet yorumları da gazellerde sık sık söz konusu edilir. Bu konuların kesîf olarak işlendiği gazeller, üslûp yönünden çeşitli adlar alır. ‘Aşkın verdiği mutluluğu, ayrılık acısını, sevgilinin cefâsından ve vefâsızlıklarından yakınmayı; sevgiliye yalvarışları, kavuşma isteğini, içli ve duygulu bir biçimde anlatan gazeller, ‘âşıkâne gazel gurubuna girer.

Rindâne gazel:

Umûmiyetle dünyadan zevk alarak fânî hayâtın bütün fırsat ve imkânlarını değerlendirip mutluluğa kavuşmayı, toplum kurallarını, dînin ve şerî’atın emir ve yasaklarını umursamadan kendince daha yüksek bir insanlık seviyesine ulaşmayı; yeyip içip eğlenmeyi; içkiyi, içki zevkini, içkiyle ilgili türlü düşünceleri işleyen yani rind ve rindlik felsefesine geniş yer veren gazellerdir. (Rind: Etvârı sâde, mu’tâdı bâde, aklı nûr-ı ‘irfân ile pîrâste –olan kişi-).

Şûhâne gazel:

Kadını, kadın güzelliğini, aşkın maddî ve ma’nevî zevklerini konu alan zarif, nükteli ve çapkın bir üslûpla yazılmış gazellerdir. Dîvân şiirinde bu yolda yazılmış gazellerin en parlak örneklerine, Nedîm’de rastlanır. Ondan sonra yazılan bu tarz gazellerin “Nedîmâne gazel” diye anılması dahi söz konusu olmuştur.

ç. Hikemî gazel:

Ahlâk ve edeple alâkalı öğütler veren, şâirin hayat tecrübelerine dayanan ve bu konudaki görüşlerini ihtivâ eden, özdeyiş denilebilecek sözlerin ağır bastığı gazellerdir.

d.Sofîyâne gazel: Daha çok mutasavvıf  şâirlerde görülen ve tasavvufu, sofî inançlarını anlatan, tarîkatlerin düşünce sistemini işleyen, bunlar arasında dînî konulara da yer veren gazellerdir.

e.Sebk-i Hindî: İran şairlerinin etkisiyle dîvân şiirimizde XVII. Yüzyıldan itibaren ortaya çıkan bu akım, çok rağbet görmüş ve bu yolu benimseyen şâirlerce, bu tarzın özelliklerini taşıyan pek çok gazel yazılmıştır. Bu şiir tarzı, sözden çok anlama, gerçekten çok hayâle önem veren, yeni mazmunlar bulmaya, zincirleme terkiblerle ince istiâre, benzetme ve kinâyeler, mübâlağa ve tezatları çok kullanmaya dayanan bir akımdır. Bu yola, eski mazmunları tekrarlamamak ve şiire yeni bir söyleyiş getirmek amacıyla girilmiştir.

f.Türkî-i Basît:

Dîvân şiirinde basit bir Türkçeyle gazel yazmaya verilen addır. Böyle gazeller basît-nâme adıyla da tanınır. Bu gazellerde Arapça, Farsça kelime ve terkibler, yok denecek kadar azdır. Edirneli Nazmî (Ö. 1535) ve Tatavlalı Mahremî (Ö. 1548), Türkî-i Basît cereyânının ilk tatbikçileri olarak kaydedilirler.

g. Mesel-âmîz gazel:

Deyim ve atasözü kullanmakta ve mecazlı anlamlarıyla başka sözler arasında ilişki kurarak gazel yazmakta ustalaşan şâirlerin meydana getirdiği akımın ürünleridir. Böyle şâirlere “mesel-gû”, bu tür gazellere de  “mesel-âmîz- gazel” denir. XV. Asırda çok tutulan bu tarz, Bosnalı Sâbit (Ö. 1712)’te zirveye çıkmıştır.

III. Musammat:

Üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on ......... mısralı bendlerden oluşan nazım şekilleridir. Her bend bir bütündür. Musammatlar müzdevic veya mütekerrir olur. Müzdeviç musammatların bedlerinde, sondan birer veya ikişer mısra aynı kâfiyede olur. Mütekerrir musammatlarda, bendlerin sondan birer veya ikişer mısraı tekrarlanır. Musammatların Türk edebiyâtında en çok kullanılan şekilleri aşağıdadır:
Dörtlüler (Murabba)  (Gazellerin her beytinin önüne ikişer mısra eklemeye terbî’ denir)
Beşliler (Muhammes)
Altılılar (Müseddes)
Yedililer (Müsebba’)
Sekizliler (Müsemmen)
Dokuzlular (Mütes’a)
Onlular (Mu’aşşer)

Terkîb-i Bendler : Aynı vezinde 5-l0 beyitlik bendlerden kuruludur. Son beyite vâsıta, öndeki bir grup bende hâne denir. Hânelerin bütün mısraları kâfiyeli olabilir (müselsel), ya da gazel gibi kâfiyelenebilir. Vâsıta beyitlerinin kâfiyeleri, kendi içlerindedir. 
Tercî’-i Bendler: Bir terkîb-i bendin vâsıta beyti tekse ve her hâne sonunda tekrarlanıyorsa, buna tercî-i bend denir.

Terkîb-i Bend ve Tercî-i Bendlerin bend sayıları da 5-l0 arasında değişir. 7 rakamı tercîh edilir.
Tahmîs: Bir şâirin bir gazelini alıp da her beyit önüne aynı vezin ve kâfiyede üçer mısra eklenerek yapılır.

Taştîr: Bir şâirin bir gazelinin her beytini meydana getiren mısraların aralarına  üçer mısra ilâvesiyle yapılır.

Saydığımız şekiller dışında şu iki şekil, özellik arz eder:

Şarkı: murabba’dan geliştirilmiştir. abab, cccb, dddb, ...................
    aaaa , bbba, ccca, ...................

                                           Yahut/ a-nakarat-a-nakarat , bbb-nakarat, ccc-nakarat ........ olur.

Tardiyye: Muhammes’in özel bir şeklidir. bbbba,  cccca,  dddda, .......................  

IV. Müstezad: Her mısraının altına, bir kısa mısra ilâve edilmiş gazel gibidirler. Zaten adı, ziyâdelenmiş (arttırılmış) anlamına gelir. Kısa mısrâlara ziyâde denir.
Müstezâdın özel vezni “Mef’ûlü mefâ’ilü mefâ’îlü fe’ûlün” + Mef’ûlü fe’ûlün” dür.

V. Rübâ’î: Dîvân edebiyâtına, İran edebiyâtından geçmiştir. Dört mısra’dan ibâret bir nazım şeklidir. Felsefî ve sofîyâne muhtevâlı şiirlerdir. 24 özel vezinle yazılır. Kâfiye düzeni:aa, xa’dır. Rübâ’îlerde, mahlas kullanılmaz.

VI. Tuyug. XVI yüzyıla kadar daha çok Âzerî ve Çağatay edebiyatlarında rastlanırdı. Halk edebiyâtımızdaki mâninin dîvân edebiyâtındaki karşılığıdır. Genel olarak
Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün vezniyle yazılır ve cinaslı kâfiyelere çok yer verilir.

VII. Kıt’a:  Kıt’a, 2, 4 veya daha çok beyitten kurulmuş matla’sız gazeldir. Bir fikri, bir nükteyi yahut bir yergiyi konu olarak alır. Bazen ilk beytin kâfiyeli olduğu da görülür. Kıt’alarda, genellikle konu bütünlüğü görülür. 30-40 beyitlik kıt’alara, “kıt’a-i kebîre” denir.

VIII. Târîh: Savaş, barış, tahta çıkma (cülûs), cülûs yıldönümü, evlenme, sakal bırakma, ölüm vb. gibi olayları veya saray, yalı, çeşme, hastane, medrese, kışla vb. yaptırma veya tamir ettirme gibi önemli olayları ebced hesâbı denilen usulle tespit  eden bir nazım türüdür.

Ebced: elif. 1 be: 2 cim: 3 dal: 4    he: 5       vav: 6     ze: 7  ha: 8        tı. 9     ye: l0

Kef: 20      lâm: 30     mim: 40       nun: 50     sin: 60    ayn: 70       fe: 80    sad: 90 kaf: l00

Rı: 200 şın: 300 te: 400 peltek se: 500   hı: 600 zel: 700     dat: 800   zı: 900  gayn: l000

Târîh-i tâm: Târih mısraının bütün harfleri, tarihi bulmak için toplanır.
Tâmiyeli târîh: Tarih beytinden katılmalar veya çıkarmalar yapılarak elde edilir. Şâir, neyin çıkarılıp katılacağını espriyle bildirir.
Târîh-i mücevher: (cevherîn târîh): Sadece noktalı harfler toplanarak hesaplanan tarih.
Târîh-i mühmel (bî-nukât, sâde): Yalnız noktasız harflerin toplanmasıyla bulunan tarih.
Târîh-i dü-tâ: Târih mısraında aynı târihin iki def’a düşürülmesidir.
Lâfzen ve ma’nen Târîh: Tarih hem harf değerleriyle ve hem de rakam olarak söylenir.

IX. Mu’ammâ: Bir insan isminin, îmâ yoluyla buldurulması üzerine kurulmuş şiirlerdir.

X. Lûgaz: Manzum bilmece. Herhangi bir nesne veya hayvan adının bilmece olarak manzum biçimde sorulmasıdır.

XI. Müfred: Bir dîvânın sonundaki tek tek beyitlere ve mısra’lara denir.

XII. Mesnevî: Lûgat anlamı ikişer, ikişerli demektir. Nazım terimi olarak mesnevî, her beytinin mısraları kendi arasında kafiyeli olan uzun nazım şeklidir. Bazı mesnevîler, dîvânın içinde yer alırlarsa da genellikle mesnevîlerin ayrı kitaplar hâlinde yazılması söz konusudur.

Mesnevîlerin beyit sayısı, sınırsızdır.

Mesnevînin Düzeni: Ayrı kitap halinde yazılmış mesnevîler, genellikle üç bölümden meydana gelirler:

Giriş bölümü
Konunun işlendiği bölüm
Sonuç bölümü

Giriş Bölümü: 

Besmele: Sadece “Bismi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm” ibâresinden ibaret olabileceği gibi başlı başına bir şiir de olabilir. Besmele, işleri kolaylaştıran ve işe uğur, bereket kazandıran bir anahtardır.

Tevhîd Bölümü: Allâh’ın  birliğini ve yüceliğini konu edinen bölümdür. Esmâ’ü’l-hüsnâyı meydana getiren ilâhî sıfatlar sayılır. Kâinâtın düzeni, O’nun birliğine şâhit tutulur.

Münâcaat: Allâh’a yakarış bölümüdür. Şâir, kendi zayıflığını ve Allâh’ın azametini anlatır. Günâha batmışlığından, Allâh’ın gufrânından ve affından bahseder. Yazmakta olduğu eserin tamamlanması için Allâh’a sığınır ve yanlışlardan, eksikliklerden uzak olması için Allâh’ın yardımını niyâz eder.

Na’t: Hz. Muhammed’e övgüde bulunulan bölümdür.. Hz. Muhammed’in en büyük peygamber olduğu, kâinâtın, onun nûrundan yaratıldığı söylenir. Şefâati dilenir.

Mi’râc: Mesnevîlerin girişlerinde, sık sık mi’râc olayı anlatılır.

Mu’cizât : Mu’cizât, mu’cize kelimesinin çokluk şeklidir. Hz. Muhammed’in mucizeleri anlatılır.

Medh-i Çihâr-Yâr: Dört halîfe olan Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin övüldükleri bölümdür.

Pâdişâh Övgüsü: Devrin pâdişâhı övülür.

Devlet Büyüğü Övgüsü: Mesnevî, bir vezir, bey veya paşaya sunulacaksa, o şahıs bu bölümde övülür.

Sebeb-i Te’lîf: Mesnevînin hangi sebeple yazıldığının anlatıldığı bölümdür.

Konunun İşlendiği Bölüm:

Bu bölüm, “âgâz-ı dâstân” diye anılır. Bu bölümde, şu  konular işlenir:

Okuyucuyu her hangi bir konuda bilgilendirmek ve onu eğitmek için yazılan mesnevîler:

Dînî mesnevîler:
Tasavvufî mesnevîler
Ahlâkî mesnevîler
Ansiklopedi mâhiyetindeki mesnevîler

Okuyucunun kahramanlık duygusuna hitap eden, konusunu menkabelerden ve tarihten alan mesnevîler:

Menkabevî mesnevîler
Târihî mesnevîler

San’at yönü ağır basan, okuyucunun edebî zevkine hitâb eden, aşk ve mâcerâ mesnevîleri:

Şâirlerin gezip gördükleri yerlerde yaşadıklarını anlatan, hayâtından kesitler veren; kişileri, meslekleri, düğünleri ve bazı yöreleri tasvir eden mesnevîler.

C: Sonuç Bölümü:

Bu bölümde ister tek, ister birden çok başlık bulunsun, şâirlerin söyledikleri, şu şekilde sıralanabilir:

Allâh’a hamd ü senâ
Sultâna övgü ve saltanatının devâmı için du’â
Şâirin eseriyle ve şâirliğiyle övünmesi
Tanınmış mesnevî şâirlerini ve eserlerini anma
Şâirin eserine verdiği ad
Hasetçilere, dikkatsiz müstensih ve okurlara yergi
Mesnevînin beyit sayısı
Mesnevînin yazılış tarihi
Okuyucudan hayır du’â isteme
Mesnevînin vezninin belirtilmesi.

Not: Bu ders notları değerli hocam Kâmil Akarsu'ya aittir.

8 Kasım 2012 Perşembe

Divan Edebiyatı'nda Nesir



Her dönemde olduğu gibi Dîvân edebiyâtında da birkaç tip nesir görülür.

l. Sâde Nesir: Halkın konuştuğu dilin esas alındığı nesirdir. Zaman zaman ağdalı üslûba ait kelime ve terkiplerin bu nesre girmesi normal görülmelidir.

Kur’ân tefsirleri, hadis kitapları, menkabevî İslâm tarihlerinin büyük kısmı, fütüvvetnâmeler, menâkıbnâmeler, dînî-destânî halk kitapları, halk hikâyeleri, halka yönelik tasavvufî eserler, gazavât-nâmeler, ahlâk kitaplarının çoğu, bu üslûpla yazılmışlardır.

Konşıya hediye vireler, azdan çokdan... Egerçi harâc virür kâfirse dahı... Mesele: Konşı evine destûrsuz bakmayalar. Mesele: Ba’zılar eydür: Sağ koldan sol koldan, dahı öninden ardından kırkar ev konşıdur. Nafaka vireler... Don vireler... Kurbân etin vireler. Mesele: Konşınun itin urmayalar. Dîvârına işemeyeler. Katı söylemeyeler. Oglancugına lâtîfe ideler, yüzin yuyalar. Başın sıgayalar. Başına yag dürteler. Mesele: Konşı nesnecük virse az görmeyeler. Hor bakmayalar. Ugrayıcak güler yüzle bakalar. Ödünç vireler; sayru olsa soralar; çağırsa, meded dilese varalar. Ölüsine, dügünine, cenâzesine varalar. Evin, tavarın saklayalar. Hıyânetlik itmeyeler avratına, oglına, kızına, karavaşına. Dahı yaramaz kokulu nesne, konşı evinden yana atmayalar. Evin yüksek yapmaya, konşıya yil varmasun diyü. Mesele: satun aldugı yimişden konşıya vire, kendü yimezdin öndin. (Anonim hadis kitabı)

2. Süslü Nesir: Arap ve Acem lûgatlerinden alınan gelişigüzel kelimeleri, sık sık uzun ve çapraşık terkiplere malzeme olarak  kullanıp Türkçe sözlere az çok yer veren bir nesirdir. Dîvân şiirinin lâfız san’atlarından çoğu ve nesir kâfiyesi olan “seci’ “, bu tip nesrin belirgin özellikleridir. Fâtih Sultan Mehmed devrinden başlayarak yabancı kelime ve terkiplere açılan dîvân şiiri gibi dîvân nesri de anlaşılır olmaktan sür’atle uzaklaşmıştır.

“Târîh-i Ebu’l-Feth yazarı Tursun Bey’den başlayarak İbn Kemal, Hoca Sa’deddin, Kara Çelebi-zâde Abdulazîz, Raşid gibi tarihçiler, Âşık Çelebi, Hasan Çelebi, Sâlim, Safâyî gibi tezkireciler, bir çok resmî ve özel mektup (yazışma) örnekleri dergisi olan “Münşe’ât Mecmû’ası” yazarları, bu süslü nesir (inşâ) yolunu takip etmişlerdir.

Bu nesrin en çarpıcı örnekleri olarak Veysi (Ö. 1628) ile Nergisî (Ö. 1635) gösterilirler. Oysa XVII. Asırda Peçevî, Kâtib Çelebi, Evliyâ Çelebi, Koçi Bey ve Hasanbey-zâde gibi güçlü yazarlar, Türk nesrinin anlaşılır, sevimli örneklerini vermişlerdir.

Örnek:” ....... Ahmed Paşa, hayl-ı seyl-kirdâr ve leşker-i zafer-şi’ârla vardı ol hisâr-ı üstüvârun üzerine düşdi; mevâkib-i kevâkib-şümâr şehrün kenârındaki gülzâr-ı pür-berg ü bâr gibi diyâr-ı âbâda, kiştezâra cerâd üşer gibi üşdi. Küffâr-ı bed-kirdâr kaçup hisâra girüp kal’anun kapusını yapıcak dervâze-i kârzâr feth oldu. Ra’d-girîv toplarun ki dehân-ı dîv gibi âteşîn-demdi âvâzesiyle şeş-gûşe-i âlem doldu. Ceyş-i bed-kîşün ser-efrâzlarından sengin-beden ehremenler, bârûlar gibi gerinüp sünüp gâzîlere görünmek isteyince top-taşı başlarını götürür, gevdeleri bedenler gibi dîvâr kenârında kalurdu. Ol dürc-i şekâvet içindeki bed-gevher burclar üzerinde bedenler gibi dizilüp tururken darb-zen ve pirengi her kangısına ki tokunurdı ya kolın budın götürür ya bütün alurdı. Ceyş-i İslâm ol kîş-i bed-fercâmla bir nice eyyâm muhkem ceng idüp sûr içini gûrları gibi küffâr-ı bed-kirdârun gözlerine teng idüp darb-ı destle hisârı aldılar; içine cârûb-ı harbî çaldılar. (İbn Kemâl; Tevârîh-i Âl-i Osmân)

Fakat XV. Asır yazarı ve devlet adamı Sinan Paşa’nın nesrini, bu süslü nesrin dışında görmek ve  “âlî nesir” (yüksek nesir) diye adlandırmak gerekir:

“Alîmsin ilmine gâyet yok. Kadîrsin kudretine nihâyet yok. Kadîmsin ukûl-i mütekaddimîn ve müte’ahhirîn dâ’ire-i kıdemine kadem basamaz. Bir ‘âşıksın ki ‘aşkın hevâsında dün ü gün âsiyâ-yı çarh inler; bir mahbûbsın ki şevkin derdinden felekler çarha girüp oynar......
................................ (Sinan Paşa, Tazarru’-nâme)

........... Gündüz olur dünyâya uyup yürürsin ve ahşam olur gaflet döşeginde uyursın. Ömre inanup anı durur sanursın ve hayata güvenüp anı kalur sanursın. Hîç fikr eylemezsin ki kanı bu husûnı hısn eyleyüp bu sâhaları hâris olanlar? Ve kanı bu hadâyikı imâret idüp bu tîmârı gâris olanlar? Kanı bu şehirleri binâ eyleyenler ve kanı bu san’atleri ihyâ eyleyenler? Kanı hezâr sürûr ile bu sarâyları yapanlar ve kanı bu cihâna hükm idüp benüm sananlar? Kanı şol serîr-i sa’âdet üstindeki icülûsları, kanı şol meclislerindeki sâkîleri ve kûsları? Kanı nedîmleri ve gûyendeleri, kanı dürlü dürlü sâzendeleri? Ne kendüler kaldı, ne yoldaşları, ne eşleri kaldı ne işleri... Tut ki bir hayâl idi geldi ve gitdi; hokka-bâz-ı cihân hokkasın açdı ve gine yumdı...... (Sinan Paşa, Ma’ârif-nâme).

3. Orta Nesir: 

Bu yazı dili de halkın konuşma dilinden oldukça uzaktır. Yazar, esas olarak anlatmak istediği şeyin peşindedir ve lâfız san’atları ve hüner gösterme gayreti, süslü nesirde olduğu gibi değildir. Fakat seci’li söyleyişler, bu nesirde de sık görülür.

Gelibolulu Âlî’nin, Na’îmâ’nın tarihleri, Kâtib Çelebi’nin  Mîzânü’l-Hakk’ı, Düstûrü’l-Amel’i; Evliyâ Çelebi’nin Seyâhat-nâme’si, Koçi Bey’in risâlesi; bazı dînî eserler ve fetvâlar, coğrafya eserleri, sefâret-nâmeler ve biyografik eserler, bu nesirle yazılmışlardır.

Orta nesrin sade nesirden net bir çizgiyle ayrılması, kolay değildir.

Örnek:

“..... Pes cemî’sin cem’ eyleyüp ol gün merhûmı da’vet idüp Papa dahı murassa’ libâslar, üç koronalı murassa’ tâcın giyüp barmaklarına kıymetlü taşlu yüzüklerinden geçirüp tahta geçüp oturmış idi. Sagında solında kürsîler üzerinde kardinaller oturmış idi. İlçiler ve sâ’ir ashâb-ı dîvân ayag üzre durmışlardı ki merhûm Sultân Cem, kendü halkiyle ve Riga Fransa’nun ......  âdemîsiyle ve Rodos begleriyle içerü girdi. Cemî’ kardinaller ayag üstine kalkdılar. Papa dahı yakın gelicek ayag üstine durup merhûm ile musâfaha mu’ânaka idüp merhûmun boynında iki tarafında öpüp “Hoş geldün, kadem getürdün” diyü envâ’-ı telattuf ile mülâyemet ile yine mekânına gönderdi. İki üç güne degin kemâyenbagî ziyâfetler ve ziynetler ki vardur, itdüklerinden sonra üçünci gün tenhâca halvet-hânesine okuyup bir kürsîde merhûm ve bir kürsîde Papa ve bir kürsîde ........... nâm bir kardinal oturup söyleşürken merhûmun gayr millet arasına gelmekden maksûdın sordılar. Merhûm dahı eyitdi: “Gayr millete gelmek maksûd degül idi. Belki Rûmili’ne geçmege Rodos kavminden yol istedüm. ‘Ahd ü peymân ile Rodos’a geldükden sonra Rodos kavmi ahdlerine vefâ itmeyüp andların sıyup beni yoluma gitmege komayup yidi yıldur ki habs iderler....
(Vâkı’ât-ı Sultân Cem)

Not: Bu ders notları değerli hocam Kâmil Akarsu'ya aittir.

Divan Edebiyatı

Nazariyâtını (teorisini) ve estetik temellerini İslâm kültüründen alan; Acem edebiyâtının sürekli etkisiyle şekillenen bir edebiyat olan Dîvân Edebiyâtı, XIII. Asrın ikinci yarısı ile XIX. Asrın ikinci yarısı arasında yaşayan altı asırlık bir edebiyât dönemidir. San’at gâyesi, bu edebiyâtın temel vasfıdır. Bu yüzden de klâsik sıfatına, hakkıyla lâyıktır.

Zikredilen bu altı asırlık edebiyâta, XIX. Asırdan itibâren, önce “edebiyât-ı kadîme”, “şi’r-i kudemâ” (eski edebiyât, eskilerin şiiri) denmiştir. Daha sonra “saray edebiyâtı”, “skolastik edebiyat”, “medrese edebiyâtı”, “ümmet edebiyâtı”; “ümmet çağı edebiyâtı”, “İslâmî Türk Edebiyâtı”, “Osmanlı edebiyâtı”, “yüksek zümre edebiyâtı”, “klasik edebiyât”, “klasik Türk edebiyâtı” ve “dîvân edebiyâtı” adları verilmiştir.

En yaygın ismi, “dîvân edebiyâtı”dır. Dîvân şâirlerinin, estetik değeri yüksek şiirlerini, belli bir düzenle “dîvân” adı verilen kitapları toplamış olmalarından kinâye verilen bu ad, her ne kadar dîvân dışında kalan kitapları ve özellikle nesir kitaplarını dışlıyor görünse de en çok rağbet gören isim olmuştur. Fuad Köprülü, sadece 1934’te yayınladığı antolojisine “Eski Şâirlerimiz-Dîvân Edebiyâtı Antolojisi” adını verirken, bu adı ilk ve son def’a kullanmıştır. Onun tercîhi, hep “klasik edebiyât” veya “klasik Türk edebiyâtı” olmuştur. Nitekim Acemler, kendi edebiyâtları için “Acem dîvân edebiyâtı” adını, hiç kullanmamışlardır.Aynı durum, Âzerî ve Çağatay edebiyatları için de söz konusudur. Ama her ismin, delâlet ettiği nesne veya kavramı, dâimâ  mükemmelen karşıladığı, aslâ söylenemez. Bu yüzden, “dîvân edebiyâtı” tesmiyesi (adlandırması), zamanla yerleşmiştir.

VIII. asırda İslâmiyetle tanışmaya başlayan Türkler, Müslümanlığın îmân ve amel esaslarıyla birlikte, İslâmî medeniyeti de kuvvetle benimsemişler ve önce dînî muhtevâlı kitaplarda, dînî terminolojiyi Arapça ve Farsçadan aynen alarak kullanmışlardır. Ama dîn, hayâtın tamâmı demek olduğundan ahlâk, her çeşit ihtiyaç, zevk ve üzüntü, v.b konulardaki kelime ve terimler  de frenlenememiş; zamanla aralanan kapı, Türkçe deyimle “yol geçen hanı”na dönmüştür. Arapça ve Farsçanın hudutsuz kelime kadrosundan yapılan bu transferler, her yazar ve şâirde aynı harârette olmamış; kişilere, eserlere ve devirlere göre yabancı kelime kadrolarında artma veya eksilme olmuştur. İşte dîvân edebiyâtı, bu yeni kültür  mahsûllerine verilen addır. 

Dîvân Şiiri

Bu şiirin kökleri, İslâm öncesi Arap şiirine dayanır. İslâmî bir edebiyat olarak ise Arap-Fars ve Türk dilinin katkılarıyla asırlarca gelişmiş, derinleşmiştir.

7. Yüzyılda Müslüman olan Farslar, Arapçadan ve Arap edebiyâtından etkilenerek Arapça eserler vermeye başladılar. 1020’de Firdevsî’nin yazdığı Şeh-nâme adlı millî Fars destânı, Farsçanın edebiyat dili olarak kullanımını sağladı. Firdevsî “Son otuz yılda çok zahmet çektim; ama bu Farsça ile Acem milletini dirilttim.” diyor.

Böylece Arap edebiyâtından ilham alan İslâmî Acem edebiyatı doğdu ve XV. Asır sonlarına kadar, klâsik Acem edebiyâtı süregeldi. Enverî, Attâr, Nizâmî, Sa’dî, Hâfız, Ömer Hayyâm, Emir Hüsrev, Câmi gibi büyük şâirler yetişti.

İslâmiyet, ilk defa, Emevî halîfesi I.Velid zamanında (705-7l5) Türk ülkelerine girdi. Basra vâlîsi Haccâc’ın genel yönetiminde, Horasan birlikleri, Buhârâ, Semerkant, Hârezm (Hîve), Fergana ve Taşkent’i zaptettiler (7l0). İslâmiyet, VII-VIII. Asırlarda Orta-Asya Türkleri arasında yayıldı.

Türkler, Müslüman olmadan önce Uzakdoğu ve Orta Asya’da türlü devletler ve medeniyetler kurmuşlardı. Bunlardan Orhun ırmağı boyundaki Göktürk’lerin, kendilerine âit alfabeleri vardı. Kitâbeleri, yazı dillerinin uzun bir gelişme devresinden geçtiğini gösterecek yeterliliktedir. Doğu Türkistan’daki Uygur Devletinde ise Türkler, başta Budizm olmak üzere, Maniheizm, Brahmanizm gibi türlü dinleri benimsemişlerdi. 24 harfli Uygur alfabesi de çeşitli eserlerin yazılmasında kullanılmıştı. Bu alfabenin en son örneğini, Fâtih Sultân Mehmed’in bir fermânında gördüğümüze göre, Arap ve Uygur alfabelerinin, çok geç dönemlere kadar müştereken kullanıldığı ortadadır.

Kâşgârlı Mahmûd’un yazdığı Dîvânü Lûgâti’t-Türk (1074)’teki şiir örneklerinden, Türklerin, Müslüman olmadan önce zengin bir edebiyâtı olduğunu öğreniyoruz.  Örneklerde, dörtlüklerle ve hece vezniyle yazılmış çeşitli şiirlere rastlanmaktadır. Bunlar sevgi şiirleri; savaş, kır, didaktik şiirler, av ve ağıt şiirleridir. Bunların bir kısmı, İslâmiyet öncesinden kalmadır.

Türkler İslâm kültürünü, Araplardan çok Acemlerden almışlardır. İslâm kültürü, ortak İslâm edebiyatı şekil ve tekniği, zevki, hayat görüşü, temaları, motifleri, Türklerden önce Müslüman olarak bir İslâmî edebiyat geliştiren İranlıların aracılığıyla Türk edebiyâtına girmiştir. Elimizdeki en eski Türkçe Kur’ân çevirisi X. Yüzyılda Sâmânoğulları döneminde yapılmıştır. Kur’ân Farsçaya meâlen çevrilirken, belki de çeviri heyetindeki bir Türk, bu Türkçe çeviriyi de yapmış olsa gerektir. Çünkü bu tercümede, bazı çok mühim dînî terim, Arapça değil Türkçedir. Tercümede, “salât” yerine, namaz; “vudû’ yerine abdest; “savm” yerine oruç (rûze); “melek” yerine ferişte (firişte) denmesi sonucu, bu terimler dilimize Farsça olarak yerleşmişlerdir.

Müslüman İran şiiri, nasıl Arap şiirini taklitle başlamışsa, Müslüman Türk Dîvân şiiri de Müslüman İran  şiirini taklitle başlamış; Türk şâirler, beğendikleri İran şâirlerini örnek almışlardır.

Dîvân şiirinin etkisiyle yazılmış ilk Türk şiirleri ve eserleri, büyük ölçüde kayıptır.

Kutadgu Bilig (Yûsuf Has Hâcib/l069) ve bir ansiklopedik sözlük olan Dîvân-ı Lûgâti’t-Türk en önemli ve en eski İslâmî-Türk eserleridir.

İstanbul’un fethi (1453) öncesinde, Batı Türk Dîvân şiirinde dil, büyük ölçüde Türkçe olduğu hâlde, İstanbul’un fethinden sonra yavaş yavaş çok sayıda Farsça ve Arapça kelime ve terkip, Türkçeye girmiştir.  Ama bu, şartların îcâbı olarak yadırganmamalıdır.

Anadolu’da dîvân şiirinin kuruluşu, Selçuklu  Devleti’nin dağılmaya yüz tuttuğu ve bir çok Türk beyliğinin ortaya çıktığı devre, XIII. Yüzyıla rastlar.  Bağımsız, küçük birer devletçik olan beyliklerin başkentleri, şâirlerin ve yazarların toplandığı yerlerdi. Aydın, Kastamonu, Balıkesir, Kütahya gibi küçük Anadolu kasabaları, birer kültür merkeziydi.

Yukarıda belirtildiği gibi, İstanbul alınmadan önce halkla iç içe yaşayan yönetici ve aristokrat gurubu, İstanbul’un fethiyle halktan büyük ölçüde uzaklaştı. Bu durum da edebiyat dilinin, Arapça ve Farsça ağırlık kazanmasına sebep oldu.

Not: Bu ders notları değerli hocam Kâmil Akarsu'ya aittir.