Zikredilen bu altı asırlık edebiyâta, XIX. Asırdan itibâren,
önce “edebiyât-ı kadîme”, “şi’r-i kudemâ” (eski edebiyât, eskilerin şiiri)
denmiştir. Daha sonra “saray edebiyâtı”, “skolastik edebiyat”, “medrese
edebiyâtı”, “ümmet edebiyâtı”; “ümmet çağı edebiyâtı”, “İslâmî Türk Edebiyâtı”,
“Osmanlı edebiyâtı”, “yüksek zümre edebiyâtı”, “klasik edebiyât”, “klasik Türk
edebiyâtı” ve “dîvân edebiyâtı” adları verilmiştir.
En yaygın ismi, “dîvân edebiyâtı”dır. Dîvân şâirlerinin,
estetik değeri yüksek şiirlerini, belli bir düzenle “dîvân” adı verilen
kitapları toplamış olmalarından kinâye verilen bu ad, her ne kadar dîvân
dışında kalan kitapları ve özellikle nesir kitaplarını dışlıyor görünse de en
çok rağbet gören isim olmuştur. Fuad Köprülü, sadece 1934’te yayınladığı
antolojisine “Eski Şâirlerimiz-Dîvân Edebiyâtı Antolojisi” adını verirken, bu
adı ilk ve son def’a kullanmıştır. Onun tercîhi, hep “klasik edebiyât” veya
“klasik Türk edebiyâtı” olmuştur. Nitekim Acemler, kendi edebiyâtları için
“Acem dîvân edebiyâtı” adını, hiç kullanmamışlardır.Aynı durum, Âzerî ve
Çağatay edebiyatları için de söz konusudur. Ama her ismin, delâlet ettiği nesne
veya kavramı, dâimâ mükemmelen
karşıladığı, aslâ söylenemez. Bu yüzden, “dîvân edebiyâtı” tesmiyesi
(adlandırması), zamanla yerleşmiştir.
VIII. asırda İslâmiyetle tanışmaya başlayan Türkler,
Müslümanlığın îmân ve amel esaslarıyla birlikte, İslâmî medeniyeti de kuvvetle
benimsemişler ve önce dînî muhtevâlı kitaplarda, dînî terminolojiyi Arapça ve
Farsçadan aynen alarak kullanmışlardır. Ama dîn, hayâtın tamâmı demek
olduğundan ahlâk, her çeşit ihtiyaç, zevk ve üzüntü, v.b konulardaki kelime ve
terimler de frenlenememiş; zamanla
aralanan kapı, Türkçe deyimle “yol geçen hanı”na dönmüştür. Arapça ve Farsçanın
hudutsuz kelime kadrosundan yapılan bu transferler, her yazar ve şâirde aynı
harârette olmamış; kişilere, eserlere ve devirlere göre yabancı kelime
kadrolarında artma veya eksilme olmuştur. İşte dîvân edebiyâtı, bu yeni
kültür mahsûllerine verilen addır.
Dîvân Şiiri
Bu şiirin kökleri, İslâm öncesi Arap şiirine dayanır. İslâmî
bir edebiyat olarak ise Arap-Fars ve Türk dilinin katkılarıyla asırlarca
gelişmiş, derinleşmiştir.
7. Yüzyılda Müslüman olan Farslar, Arapçadan ve Arap
edebiyâtından etkilenerek Arapça eserler vermeye başladılar. 1020’de
Firdevsî’nin yazdığı Şeh-nâme adlı millî Fars destânı, Farsçanın edebiyat dili
olarak kullanımını sağladı. Firdevsî “Son otuz yılda çok zahmet çektim; ama bu
Farsça ile Acem milletini dirilttim.” diyor.
Böylece Arap edebiyâtından ilham alan İslâmî Acem edebiyatı
doğdu ve XV. Asır sonlarına kadar, klâsik Acem edebiyâtı süregeldi. Enverî,
Attâr, Nizâmî, Sa’dî, Hâfız, Ömer Hayyâm, Emir Hüsrev, Câmi gibi büyük şâirler
yetişti.
İslâmiyet, ilk defa, Emevî halîfesi I.Velid zamanında
(705-7l5) Türk ülkelerine girdi. Basra vâlîsi Haccâc’ın genel yönetiminde,
Horasan birlikleri, Buhârâ, Semerkant, Hârezm (Hîve), Fergana ve Taşkent’i
zaptettiler (7l0). İslâmiyet, VII-VIII. Asırlarda Orta-Asya Türkleri arasında
yayıldı.
Türkler, Müslüman olmadan önce Uzakdoğu ve Orta Asya’da
türlü devletler ve medeniyetler kurmuşlardı. Bunlardan Orhun ırmağı boyundaki
Göktürk’lerin, kendilerine âit alfabeleri vardı. Kitâbeleri, yazı dillerinin
uzun bir gelişme devresinden geçtiğini gösterecek yeterliliktedir. Doğu
Türkistan’daki Uygur Devletinde ise Türkler, başta Budizm olmak üzere,
Maniheizm, Brahmanizm gibi türlü dinleri benimsemişlerdi. 24 harfli Uygur
alfabesi de çeşitli eserlerin yazılmasında kullanılmıştı. Bu alfabenin en son
örneğini, Fâtih Sultân Mehmed’in bir fermânında gördüğümüze göre, Arap ve Uygur
alfabelerinin, çok geç dönemlere kadar müştereken kullanıldığı ortadadır.
Kâşgârlı Mahmûd’un yazdığı Dîvânü Lûgâti’t-Türk
(1074)’teki şiir örneklerinden, Türklerin, Müslüman olmadan önce zengin bir
edebiyâtı olduğunu öğreniyoruz.
Örneklerde, dörtlüklerle ve hece vezniyle yazılmış çeşitli şiirlere
rastlanmaktadır. Bunlar sevgi şiirleri; savaş, kır, didaktik şiirler, av ve ağıt
şiirleridir. Bunların bir kısmı, İslâmiyet öncesinden kalmadır.
Türkler İslâm kültürünü, Araplardan çok Acemlerden
almışlardır. İslâm kültürü, ortak İslâm edebiyatı şekil ve tekniği, zevki,
hayat görüşü, temaları, motifleri, Türklerden önce Müslüman olarak bir İslâmî
edebiyat geliştiren İranlıların aracılığıyla Türk edebiyâtına girmiştir.
Elimizdeki en eski Türkçe Kur’ân çevirisi X. Yüzyılda Sâmânoğulları döneminde
yapılmıştır. Kur’ân Farsçaya meâlen çevrilirken, belki de çeviri heyetindeki
bir Türk, bu Türkçe çeviriyi de yapmış olsa gerektir. Çünkü bu tercümede, bazı
çok mühim dînî terim, Arapça değil Türkçedir. Tercümede, “salât” yerine, namaz;
“vudû’ yerine abdest; “savm” yerine oruç (rûze); “melek” yerine ferişte
(firişte) denmesi sonucu, bu terimler dilimize Farsça olarak yerleşmişlerdir.
Müslüman İran şiiri, nasıl Arap şiirini taklitle
başlamışsa, Müslüman Türk Dîvân şiiri de Müslüman İran şiirini taklitle başlamış; Türk şâirler,
beğendikleri İran şâirlerini örnek almışlardır.
Dîvân şiirinin etkisiyle yazılmış ilk Türk şiirleri ve
eserleri, büyük ölçüde kayıptır.
Kutadgu Bilig (Yûsuf Has Hâcib/l069) ve bir ansiklopedik
sözlük olan Dîvân-ı Lûgâti’t-Türk en önemli ve en eski İslâmî-Türk eserleridir.
İstanbul’un fethi (1453) öncesinde, Batı Türk Dîvân
şiirinde dil, büyük ölçüde Türkçe olduğu hâlde, İstanbul’un fethinden sonra
yavaş yavaş çok sayıda Farsça ve Arapça kelime ve terkip, Türkçeye
girmiştir. Ama bu, şartların îcâbı
olarak yadırganmamalıdır.
Anadolu’da dîvân şiirinin kuruluşu, Selçuklu Devleti’nin dağılmaya yüz tuttuğu ve bir çok
Türk beyliğinin ortaya çıktığı devre, XIII. Yüzyıla rastlar. Bağımsız, küçük birer devletçik olan
beyliklerin başkentleri, şâirlerin ve yazarların toplandığı yerlerdi. Aydın,
Kastamonu, Balıkesir, Kütahya gibi küçük Anadolu kasabaları, birer kültür
merkeziydi.
Yukarıda belirtildiği gibi, İstanbul alınmadan önce halkla
iç içe yaşayan yönetici ve aristokrat gurubu, İstanbul’un fethiyle halktan
büyük ölçüde uzaklaştı. Bu durum da edebiyat dilinin, Arapça ve Farsça ağırlık
kazanmasına sebep oldu.
Not: Bu ders notları değerli hocam Kâmil Akarsu'ya aittir.
Not: Bu ders notları değerli hocam Kâmil Akarsu'ya aittir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder