8 Kasım 2012 Perşembe

Divan Edebiyatı

Nazariyâtını (teorisini) ve estetik temellerini İslâm kültüründen alan; Acem edebiyâtının sürekli etkisiyle şekillenen bir edebiyat olan Dîvân Edebiyâtı, XIII. Asrın ikinci yarısı ile XIX. Asrın ikinci yarısı arasında yaşayan altı asırlık bir edebiyât dönemidir. San’at gâyesi, bu edebiyâtın temel vasfıdır. Bu yüzden de klâsik sıfatına, hakkıyla lâyıktır.

Zikredilen bu altı asırlık edebiyâta, XIX. Asırdan itibâren, önce “edebiyât-ı kadîme”, “şi’r-i kudemâ” (eski edebiyât, eskilerin şiiri) denmiştir. Daha sonra “saray edebiyâtı”, “skolastik edebiyat”, “medrese edebiyâtı”, “ümmet edebiyâtı”; “ümmet çağı edebiyâtı”, “İslâmî Türk Edebiyâtı”, “Osmanlı edebiyâtı”, “yüksek zümre edebiyâtı”, “klasik edebiyât”, “klasik Türk edebiyâtı” ve “dîvân edebiyâtı” adları verilmiştir.

En yaygın ismi, “dîvân edebiyâtı”dır. Dîvân şâirlerinin, estetik değeri yüksek şiirlerini, belli bir düzenle “dîvân” adı verilen kitapları toplamış olmalarından kinâye verilen bu ad, her ne kadar dîvân dışında kalan kitapları ve özellikle nesir kitaplarını dışlıyor görünse de en çok rağbet gören isim olmuştur. Fuad Köprülü, sadece 1934’te yayınladığı antolojisine “Eski Şâirlerimiz-Dîvân Edebiyâtı Antolojisi” adını verirken, bu adı ilk ve son def’a kullanmıştır. Onun tercîhi, hep “klasik edebiyât” veya “klasik Türk edebiyâtı” olmuştur. Nitekim Acemler, kendi edebiyâtları için “Acem dîvân edebiyâtı” adını, hiç kullanmamışlardır.Aynı durum, Âzerî ve Çağatay edebiyatları için de söz konusudur. Ama her ismin, delâlet ettiği nesne veya kavramı, dâimâ  mükemmelen karşıladığı, aslâ söylenemez. Bu yüzden, “dîvân edebiyâtı” tesmiyesi (adlandırması), zamanla yerleşmiştir.

VIII. asırda İslâmiyetle tanışmaya başlayan Türkler, Müslümanlığın îmân ve amel esaslarıyla birlikte, İslâmî medeniyeti de kuvvetle benimsemişler ve önce dînî muhtevâlı kitaplarda, dînî terminolojiyi Arapça ve Farsçadan aynen alarak kullanmışlardır. Ama dîn, hayâtın tamâmı demek olduğundan ahlâk, her çeşit ihtiyaç, zevk ve üzüntü, v.b konulardaki kelime ve terimler  de frenlenememiş; zamanla aralanan kapı, Türkçe deyimle “yol geçen hanı”na dönmüştür. Arapça ve Farsçanın hudutsuz kelime kadrosundan yapılan bu transferler, her yazar ve şâirde aynı harârette olmamış; kişilere, eserlere ve devirlere göre yabancı kelime kadrolarında artma veya eksilme olmuştur. İşte dîvân edebiyâtı, bu yeni kültür  mahsûllerine verilen addır. 

Dîvân Şiiri

Bu şiirin kökleri, İslâm öncesi Arap şiirine dayanır. İslâmî bir edebiyat olarak ise Arap-Fars ve Türk dilinin katkılarıyla asırlarca gelişmiş, derinleşmiştir.

7. Yüzyılda Müslüman olan Farslar, Arapçadan ve Arap edebiyâtından etkilenerek Arapça eserler vermeye başladılar. 1020’de Firdevsî’nin yazdığı Şeh-nâme adlı millî Fars destânı, Farsçanın edebiyat dili olarak kullanımını sağladı. Firdevsî “Son otuz yılda çok zahmet çektim; ama bu Farsça ile Acem milletini dirilttim.” diyor.

Böylece Arap edebiyâtından ilham alan İslâmî Acem edebiyatı doğdu ve XV. Asır sonlarına kadar, klâsik Acem edebiyâtı süregeldi. Enverî, Attâr, Nizâmî, Sa’dî, Hâfız, Ömer Hayyâm, Emir Hüsrev, Câmi gibi büyük şâirler yetişti.

İslâmiyet, ilk defa, Emevî halîfesi I.Velid zamanında (705-7l5) Türk ülkelerine girdi. Basra vâlîsi Haccâc’ın genel yönetiminde, Horasan birlikleri, Buhârâ, Semerkant, Hârezm (Hîve), Fergana ve Taşkent’i zaptettiler (7l0). İslâmiyet, VII-VIII. Asırlarda Orta-Asya Türkleri arasında yayıldı.

Türkler, Müslüman olmadan önce Uzakdoğu ve Orta Asya’da türlü devletler ve medeniyetler kurmuşlardı. Bunlardan Orhun ırmağı boyundaki Göktürk’lerin, kendilerine âit alfabeleri vardı. Kitâbeleri, yazı dillerinin uzun bir gelişme devresinden geçtiğini gösterecek yeterliliktedir. Doğu Türkistan’daki Uygur Devletinde ise Türkler, başta Budizm olmak üzere, Maniheizm, Brahmanizm gibi türlü dinleri benimsemişlerdi. 24 harfli Uygur alfabesi de çeşitli eserlerin yazılmasında kullanılmıştı. Bu alfabenin en son örneğini, Fâtih Sultân Mehmed’in bir fermânında gördüğümüze göre, Arap ve Uygur alfabelerinin, çok geç dönemlere kadar müştereken kullanıldığı ortadadır.

Kâşgârlı Mahmûd’un yazdığı Dîvânü Lûgâti’t-Türk (1074)’teki şiir örneklerinden, Türklerin, Müslüman olmadan önce zengin bir edebiyâtı olduğunu öğreniyoruz.  Örneklerde, dörtlüklerle ve hece vezniyle yazılmış çeşitli şiirlere rastlanmaktadır. Bunlar sevgi şiirleri; savaş, kır, didaktik şiirler, av ve ağıt şiirleridir. Bunların bir kısmı, İslâmiyet öncesinden kalmadır.

Türkler İslâm kültürünü, Araplardan çok Acemlerden almışlardır. İslâm kültürü, ortak İslâm edebiyatı şekil ve tekniği, zevki, hayat görüşü, temaları, motifleri, Türklerden önce Müslüman olarak bir İslâmî edebiyat geliştiren İranlıların aracılığıyla Türk edebiyâtına girmiştir. Elimizdeki en eski Türkçe Kur’ân çevirisi X. Yüzyılda Sâmânoğulları döneminde yapılmıştır. Kur’ân Farsçaya meâlen çevrilirken, belki de çeviri heyetindeki bir Türk, bu Türkçe çeviriyi de yapmış olsa gerektir. Çünkü bu tercümede, bazı çok mühim dînî terim, Arapça değil Türkçedir. Tercümede, “salât” yerine, namaz; “vudû’ yerine abdest; “savm” yerine oruç (rûze); “melek” yerine ferişte (firişte) denmesi sonucu, bu terimler dilimize Farsça olarak yerleşmişlerdir.

Müslüman İran şiiri, nasıl Arap şiirini taklitle başlamışsa, Müslüman Türk Dîvân şiiri de Müslüman İran  şiirini taklitle başlamış; Türk şâirler, beğendikleri İran şâirlerini örnek almışlardır.

Dîvân şiirinin etkisiyle yazılmış ilk Türk şiirleri ve eserleri, büyük ölçüde kayıptır.

Kutadgu Bilig (Yûsuf Has Hâcib/l069) ve bir ansiklopedik sözlük olan Dîvân-ı Lûgâti’t-Türk en önemli ve en eski İslâmî-Türk eserleridir.

İstanbul’un fethi (1453) öncesinde, Batı Türk Dîvân şiirinde dil, büyük ölçüde Türkçe olduğu hâlde, İstanbul’un fethinden sonra yavaş yavaş çok sayıda Farsça ve Arapça kelime ve terkip, Türkçeye girmiştir.  Ama bu, şartların îcâbı olarak yadırganmamalıdır.

Anadolu’da dîvân şiirinin kuruluşu, Selçuklu  Devleti’nin dağılmaya yüz tuttuğu ve bir çok Türk beyliğinin ortaya çıktığı devre, XIII. Yüzyıla rastlar.  Bağımsız, küçük birer devletçik olan beyliklerin başkentleri, şâirlerin ve yazarların toplandığı yerlerdi. Aydın, Kastamonu, Balıkesir, Kütahya gibi küçük Anadolu kasabaları, birer kültür merkeziydi.

Yukarıda belirtildiği gibi, İstanbul alınmadan önce halkla iç içe yaşayan yönetici ve aristokrat gurubu, İstanbul’un fethiyle halktan büyük ölçüde uzaklaştı. Bu durum da edebiyat dilinin, Arapça ve Farsça ağırlık kazanmasına sebep oldu.

Not: Bu ders notları değerli hocam Kâmil Akarsu'ya aittir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder